5 Şubat 2018 Pazartesi

Kâmil Mürşidin Şânı Hakk’ın Ahlakı İle Ahlaklanmaktır

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/


Kamil mürşidin şânı Hakk’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır. Yaratıklığın ve insanlığın özelliklerini terk etmek ahlak güzelliğidir. Kusurları bağışlamak, ayıpları örtmek, herkese hoş davranmak, iyilik etmek, yumuşaklık ve şevkat göstermektir. Halkı tabiatlarının karanlığından kurtarmak, ruhları nurlarına çıkarmak için onlara meyil ve muhabbettir. Fakat bu meyil, Allah’a muhabbettir. Onun için bu muhabbet Hak dergahının makbulüdür. Tabiat ehlinde olan meyil ve muhabbet gibi değil, bu sırf esirgeme ve merhamettir; ama diğer  muhabbet nefis için olduğundan yerilmiş, uğursuz, karanlık ve gaflettir.
Bu öyle acayip bir sırdır ki, ancak ona müyesser olur. Onun için bu kamil zahiri bakımdan insanların avam kısmından fark olunmaz. Fakat bâtını bakımından toprağı altına çeviren madde gibidir, eşi bulunmaz.
Kâmil insan hasın hasıdır ki, nurların kaynağı, sırların madeni, iyi insanların rehberi ve hali de ilahi ilim dairesinin kendisidir.
Kaynak: Miftâhu’r-Rüşd

Muhyiddin Arabi (ks) Hazretlerinin Keramet Hakkında Söyledikleri

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî (ks) diyor ki:
“Kerametin en üstünü, taat ve ibadete devamda muvaffak olmak, günahlardan ve şeriat ölçülerine karşı muhalefetten korunmaktır. Dinin ölçü ve inceliklerini muhafaza etmekle beraber, her türlü ahlaki düşüklük ve kötülükten kaçınarak üstün ahlakı kuşanmak; vaktinde eda edilmesi gerekenleri vaktinde eda etmek, ibadet ve taate koşmak; halk hakkındaki kötü düşünceleri içinden çıkarıp atmak, kalbi bütün yerilmiş sıfatlardan boşaltıp temizlemek, kendi nefsinde kul haklarına riayet etmek, kalbinde ilahi lütufları kollamak, her an edep ve huzur ölçülerine uymak ve incelikleri gözetmek de manevi kerametlerdendir.”
Bu tür keramette payı olan, ancak mukarreb melekler ile ehlullahtır.
Kaynak: Miftâhu’r-Rüşd

Allah’ın Emirlerine Aykırı Bir İş Yaptığım Oldumu

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

Halifesi Seyyid Abdülhakim Bilvânisî hazretleri, Şah-ı Hazne’nin yanında ilim icazeti aldıktan sonra bir müddet daha tasavvufî terbiyeye devam etti. Henüz halife olmadığı sıralardaydı. Kendisi şunları anlatıyor:
“Şah-ı Hazne’nin ilk halifesi Molla İbrahim’in halife olduğu günlerdeydi. Şah-ı Hazne bana, ‘İbriği al ve benimle gel’ dedi. Ben de denileni yaptım. O önde ben arkada evleri geride bırakarak ilerledik. Neredeyse etrafımızda hiç ev kalmamıştı. Bana, ‘İbriği yere bırak’ dedi. İbriği bıraktım. Herhalde abdest alacak diye düşündüm. Birden her iki kolumu da sıkıca tutarak beni arkadan kucakladı ve şöyle dedi:
‘Allah’a yemin et! Vallahi billahi de! Sana soracağım soruya doğru cevap vereceğine söz ver, yemin et’ dedi. Ben de ne soracaksa doğru söyleyeceğime dair yemin ettim. Bana şöyle dedi:
‘Sen İslâmî ilimlerde icazetli bir âlimsin, söyle bana, bende İslâm’a muhalif bir uygulama oldu mu? Benim, Allah’ın emirlerine aykırı bir iş yaptığım oldu mu? Bak yemin ettin, doğruyu söyle’ dedi. Onun bu sözleri üzerine gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Hıçkırıklarla ağladım. Ne diyebilirdim ki? Tekrar o,
‘Yemin et, doğruyu söyle, Allah için benden gizleme, hak olarak ne biliyorsan onu söyle’ dedi. Ben,
‘Vallahi billahi senden Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına muhalif olan hiçbir uygulama görmedim. İslâm’a ters olan bir amele hiç şahit olmadım’ dedim.
Şah-ı Hazne benden aldığı bu cevap üzerine beni serbest bıraktı.”
(Allah Dostlarının Hayatlarından Menkıbeler Kıssalar, Semerkand Yayınları)

Topluma Gelen Umumi Belanın Sebebi

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

Kays b. Ebî Hâzım anlatıyor:
“Hz. Ebu Bekir (ra) Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâdan sonra dedi ki:
“Ey insanlar! Sizler şu ayeti okuyor fakat yanlış anlıyorsunuz:
“Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez.” (Mâide Sûresi, ayet 105)
Biz Hz. Peygamber (sav)’in: “İnsanlar zalimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah’ın hepsine ulaşacak umumi bir bela göndermesi yakındır!” dediğini işittik. Keza ben, Resûlullah (sav)’in: 
“İçlerinde kötülükler işlenen bir topluluk, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde seyirci kalır, müdahale etmezse, Allah’ın hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.” dediğini işittim.”
Hadis Kaynak: Ebû Dâvud, c.4, Melâhim 17, h.4338; Tirmizî, c.5, Tefsir, Mâide, h.3057; İbni Mâce, Fiten 20, h.4005
Kaynak Kitap: Miftâhu’t-Tevhid ve’t-Takvâ 

VELİ OLACAK KİMSEYE ÖNCE ZİKİR KAPISI AÇILIR

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

“Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul bu tadı aldıktan sonra ona, Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar, bundan sonra olmaya başlar.”
Ebû Said el-Harrâz -kuddise sirruhu-

Asıl Saltanat

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

Din ve dünya sultanı olan İbrahim b. Edhem hazretleri, bugün Afganistan’ın kuzey bölgesinde bulunan Belh şehrinde doğdu. Onun hayatı hakkında kaynaklarda pek çok muhtelif rivayet mevcuttur. Ancak tövbe edip zühd yoluna girmeden evvel, Belh padişahı olduğu rivayeti meşhurdur. Önceleri tahtta oturur ve pahalı elbiseler giyerdi. Ata biner, avlanmayı severdi. Onu bu düşkünlükten kurtanp ahiretini de ihya edebilmesi için, devrin ârif ve sûfîlerinden zaman zaman kendisine ibretli ikazlar yapılıyordu. Nitekim meşhur rivayete göre bir gece sarayında tahtı üzerinde uyuyakalmıştı. Gece bir gürültü ile uyandı. Tavandan tıkırtılar, gürültüler geliyordu.
– Kim o? Sarayın damında ne işiniz var, neden oraya çıktınız, diye seslendi. Sarayın damındaki zat,
– Yabancı değilim, devemi kaybettim de onu arıyorum, dedi. İbrahim b. Edhem bu cevaba çok kızdı, sert bir sesle,
– Be hey şaşkın adam, damda hiç deve aranır mı, deyince, damdaki zat şu karşılığı verdi:
– Ey gafil! Sen Allah Teâlâ’yı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun ya? Bunun damda deve aramaktan ne farkı var?
ibrahim b. Edhem hemen yerinden fırladı ve adamlarını çağırıp her tarafı arattı; fakat ne sarayın damında ne de bahçesinde hiç kimseyi bulamadı. Tabii içine bir ateş düştü ve bu olayı düşünmekten sabaha kadar uyuyamadı.
Ertesi gün saray erkânı toplanmış ve divan kurulmuştu. İbrahim b. Edhem de geldi, geçip tahtına oturdu; ama hâlâ bu olayı düşünüyor, olayın mahiyetini kavramaya çalışıyordu. Birtakım devlet meseleleri istişare edilirken aniden heybetli bir adam çıkageldi. Ona ne nöbetçiler ne de muhafızlar engel olabilmişti. İbrahim b. Edhem, gelip karşısında duran bu adama kim olduğunu, burada ne işi olduğunu ve ne istediğini sordu. Adam,
– Ben bir yolcuyum. Bu handa birkaç gün kalmak istiyorum, dedi. ibrahim b. Edhem bu söze kızarak,
– Be adam, burası han mıdır ki kalacaksın? Burası bana ait olan bir saraydır, diye cevap verdi. O zat,
– Peki, bu saray senden evvel kimindi, diye sorunca ibrahim b. Edhem,
– Babamındı.
– Ondan önce kimindi, diye tekrar sordu, ibrahim b. Edhem, (Sf.17)
– Dedemindi.
– Peki, ondan önce kimindi, diye sorunca, İbrahim b. Edhem,
– Filan zatın, dedi.
– Ondan evvel kimindi, diye sorduğunda, İbrahim b. Edhem,
– Filan oğlu filanın, cevabını verdi. O zatın,
– Bunlara ne oldu, diye sordu. İbrahim b. Edhem,
– Öldüler, cevabını verdi. Adam,
– O halde bu saray nasıl senindir ki, biri gidiyor biri geliyor, dedi ve geldiği gibi geri çıktı. O anda İbrahim b. Edhem’in aklı başına geldi. Belli ki, akşam damda “deve arıyorum” diyen adam, bu adamdı. Hemen o zatın peşine düştü ve sordu:
– Sen kimsin, nereden geliyorsun? O zat da,
– Ben karada, denizde, yerde ve gökte bulunur ve Hızır olarak bilinirim, dedi.
Böylece meselenin iç yüzü de anlaşılmıştı. Bunun üzerine İbrahim,
– Biraz bekle, eve kadar gidip geleyim, dedi. Adam,
– Bu kadar bekleyemem, iş bundan daha acele, dedi ve kayıplara karıştı.
İbrahim’in gönlündeki ateş daha da arttı, derdi fazlalaştı. Gece işittiklerine, gündüz gördüklerine bir anlam veremedi. Bir gün,
– Atı eğerleyin, avlanmaya gideceğim, bakalım bu hal nereye varacak, diye emir verdi. Ata bindi, sahranın yolunu tuttu.(Sf.18) Sahrada şaşkın şaşkın dolaşıyor ve ne yapacağını bilmez bir halde bulunuyordu. Bir ara muhafızlarından ayrı düşüp uzaklaştı. Bu sırada “Uyan!” diye bir ses işitti, duymazlıktan geldi. Bu sesi ikinci, üçüncü defa işitti. Ancak her defasında işitmezlikten geldi. Dördüncü seferinde, “Başkaları seni uyandırmadan kendin uyan!” diye bir ses duydu. Bu hitabı işiten İbrahim b. Edhem, iradesi kesildi. O anda bir av peyda oldu. Onu yakalamak için atını sürdü. Bu esnada gaipten,
– Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emir olunmadın, diyen bir ses işitti. Durdu, sağına soluna baktı hiç kimseyi göremedi; “Allah lânet etsin! Bu iblîs’tir!” dedi. Atını tekrar sürdü. Biraz öncekinden daha kuvvetli ve daha açık bir sesle,
– Ey İbrahim! Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın, dendi.
İbrahim durdu, sağına soluna baktı, hiç kimseyi göremedi; “Allah Teâlâ lânet etsin! Bu İblîs’tir!” dedi ve atını tekrar sürdü. Ancak bu sefer aynı sözleri atının eyeri altından işitti. İçinde bir üzüntü ve korku zuhur etti. Kendi kendine,
– Âlemlerin Rabbin’den bana bir ikaz geldi. Allah’a yemin ederim ki bu günden sonra O’na isyan etmeyeceğim. Rabbim, salih insan olmamı istiyor, dedi.
Bu hadise üzerine pek fazla ağladı, öyle ki elbiseleri göz yaşlarıyla ıslandı. Samimi bir şekilde tövbe etti. Sonra geri döndü. Bir çobana rastladı. Dikkat edince bunun, kendi çobanlarından biri olduğunu anladı. Üzerindeki altın sırmalı kaftanı çıkarıp ona verdi. Onun abasını ve başlığım kendisi giydi. Koyunlan da ona bağışladı. Tacını, tahtını bıraktı, zühd yolunu seçti ve evliyanın reislerinden oldu.
Artık İbrahim b. Edhem, gözlerini bambaşka bir âleme açmış, ilâhî bir iklimin temaşasına dalmıştı, işte bu temaşa, ondaki diğer güzellik telakkilerini tamamen silivermişti. Böylece her sabah ihtimamla giydiği saltanat elbiseleri ve göğsünü kabartan Belh sultanlığı, bütün ihtişam ve süsünü kaybetmişti. Öyle bir maneviyat sultanı oldu ki, dünya sultanları unutuldu, fakat o unutulmadı.
Sufilerden Tövbe Menkıbeleri, Siraceddin Önlüer, Hacegan Yayınları.

KÂFÎ DEĞİLDİR!

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değildir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtı­na da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak, fedakârlık ve samimî bir hiz­metle elde edilir. Akl-ı selîm sahibi her müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslümanlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır… Çünkü bu sayılanlar, farzların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Sünnet-i Seniyyesi’nden cüzlerdir…
Mûsâ Topbaş Hocaefendi –kuddise sirruhu-

Mürid, Mürşidini Temsil Eder


Hz. Seyyid Ahmed er-Rifâî,
– Ben, bana söven kişiden bîzarım, dedi. Orada oturanlar,
– Biz sana nasıl sövebiliriz ki sen bizim hâcet kıblemizsin, dediler. O,
– Siz benim dilimden, benim söylemediğim bazı şeyleri söylüyorsunuz ve yapmadığım bazı hareketleri yapıyorsunuz. Sizin bu davranışlannızı gören ve sözlerinizi duyan bazı kimseler, bu işlerde bana tâbi olduğunuzu ve bu sözleri benden işittiğinizi düşünürler.
Ahmed Er-Rıfaı Hazretlerinin Menkıbeleri, Hacı Hüsâm İbrahim B. Muhammed El-Kâzerûnî, Semerkand Yayınları

NAMAZI GÜZEL KILMASINA BAKIYORLARDI


“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa; “O, diğer işlerini de güzel yapar.” diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; “Onun diğer işleri de menfidir” diyerek yanından kalkardık.”
Ebû’l-Âliye -rahmetullâhi aleyh-

ÖLÜMDEN SONRASINA ÇALIŞANA NE MUTLU


Eğer dünya, ahiret için bir mezrâ olmasaydı, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezili ve Allah’tan uzaklaşmaya, insanı ahirette faydadan mahrum etmeye, akıl sahibi olanların nezdinde, kıymetli olmayan bir evde insanın utançtan baş eğmesine sebep olan bir şey olurdu. Nitekim Fahr-i Kâinat (onun ve ona tabi olanların üzerine salât-u selâm olsun) buyurdular ki: “Dünya ( ahirette) evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar.”
“Her canlı ölümü tadacaktır.” ve “Ölüm için doğmuşlardır ( sonları ölümdür)” sözleri malumdur. Allah’a yaklaşmaya ehil olup, hayatında ölümden sonraki duruma çalışana ne mutlu. Gerçekten dünyada Allah’a âşık olanların, onunla kendilerini teselli ettikleri şey ölümdür. Ölüm, dostun dostuna kavuşması için bir vesile edinilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de: “Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse, şüphesiz ki Allah’ın tayin ettiği vakit gelecektir.” buyurulmuştur.
Muhammed Diyauddin –kuddise sirruhu-

‘Gece Kalk Ve Kuran Oku!’


Rahmetle kuşatılanlar
Cenab-ı Hakk’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’i okumak, çok faziletli bir ibadettir. Nitekim Kur’an’da bu hususa vurgu yapılmıştır: “Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namaz kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve açık sarf edenler, asla zarara uğramayacak bir ticaret umarlar.” (Fâtır; 29)

Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem, Kurân okumanın faziletini haber vermiş ve bunu bizzat hayatlarında uygulamışlardır. Mesela, şöyle uyurmuşlardır: “Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur’ân okumaktır.” (Münavi)
Bir adam:
– Ya Resulallah, Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir? Diye sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
– Konup göçendir, cevabını verdi. Adam:
– Konup göçen kimdir? Diye sorunca:
– Kur’an’ı başından sonuna kadar okuyan, bitirince de tekrar başlayandır, cevabını aldı. (Tirmizî)
“Allah evlerinden bir evde, Allah’ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için toplanan kimselerin üzerine sekine iner, onları rahmet kuşatır, melekler etraflarını sarar ve Allah onları kendi katında bulunanlara överek anlatır.” (Ebû Davud, Tirmizî)
“Üç zümre vardır ki, onları Kıyametin dehşeti korkutmaz, onlar için hesap zorluğu yoktur, diğerlerinin hesabı bitinceye kadar onlar misk tepecikleri üzerindedirler. Bunlardan birisi, Allah’ın rızasını kazanmak için Kur’an okuyan kimsedir.” (Taberanî’den Münzirî, et-Terğîb, 1/311)
Kur’an okumanın fazileti ile alakalı diğer bazı hadis-i şeriflerde şöyledir: “Kur’an-ı Kerim’den tek harf okuyana bile bir sevap vardır. Her hasene on misliyle kayda geçer. Elif-Lâm-Mim bir harftir demiyorum. Aksine elif bir harf, lâm bir harf ve mim de bir harftir.” (Tirmizi)

“Kim Kur’an’ı okur ve onunla amel ederse, Kıyamet günü babasına bir taç giydirilir. Bu tacın ışığı, güneş dünyadaki herhangi bir evde bulunduğu takdirde onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’an’la bizzat amel edenin ışığı nasıl olacak, düşünebiliyor musunuz?” (Ebu Dâvud)

Kur’an’ı gece okumak…

Ayet ve hadislerle teşvik edilen ve önemle üzerinde durulan Kuran okuma ibadeti, asırlardır Müslümanlar tarafından önemle yerine getirilmiş ve faziletine binaen bu iş, daha çok da geceleri okunmuştur. Gece Kur’an okuma hususunda Allah-u Zülcelal, “Geceleyin onunla (Kur’an) teheccüd kılmak için kalk.” (İsrâ; 79) buyurmaktadır.

Bu ayeti, müfessir Nahcivanî rahmetullahi aleyhi şöyle açıklar: “Gecenin derinliklerinde, kalbin bütün meşgale ve eğlencelerden uzak kaldığı anlarda kişinin okuduğu Kur’an, nefse ağır ve vücuda yorucu gelse bile, daha etkili olur ve kalbe yerleşir.” (Fevatih, 2/455)
Meşhur müfessir Hazin rahmetullahi aleyhi ise, “Gecenin yarısında kalk (namaz kıl), yahut bundan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır Kur’an oku.” (Müzzemmil; 3-4) ayetinin tefsirinde şöyle der: “Allah gece namazını emredince, peşinden Kur’an okumayı zikretti. Efendimize, okuyacağı Kur’an’ı yavaş yavaş okumasını emretti ki, kalbi tam bir huzura kavuşsun, ayetlerin manalarını düşünsün, istiğfar ayetlerini okuduğunda istiğfarda bulunsun, vaad (teşvik) ve vaîd (sakındırma) ayetlerini okuduğunda korku ve ümit meydana gelsin, kıssa ve darb-ı meselleri okuduğunda ibretler alsın, böylece kalbi Allah’ın marifetiyle nurlansın.” (Lübâbü’t-Te’vil, 4/165)
Bir hadis-i şerifte, “Kim, gece on ayet okursa gafillerden sayılmaz. Yüz ayet okuyan kânitînden (ibadet ve dua edenler), bin âyet okuyan ise mukantarînden sayılır.” (Ebû Davud) buyurulurken, bir başka hadisi şerifte ise “Kıyamet günü Kur’an, ‘Ya Rabbi! Ben bu şahsı, beni okuduğu için gece uykusuz bıraktım, izin ver ona şefaat edeyim’ diyecektir.” (İbn Hanbel) buyurularak, gece Kur’an okumak teşvik edilmektedir.
Efendimiz her gece okurdu
Hz. Peygamber, gece teheccüd namazında okuduklarının yanı sıra, her gece İsra ve Zümer sûrelerini de okur ve bunu her gün okunan bir hizip olarak sürdürürdü.

Hz. Aişe radıyallahu anha anamız, Efendimiz aleyhissalatu vesselamın Allah tarafından her gece uyandırıldığını ve seher vakti gelmeden mutlaka hizbini bitirdiğini aktarmaktadır.

Evs b. Huzeyfe radıyallahu anhu anlatıyor: “Hz. Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye gelen bir heyete her gece yatsıdan sonra sohbet ederdi. Fakat bir gece gecikti. Sebebi sorulunca, “Bu gün Kur’an’dan okuma itiyadında olduğum hizbimi okumamıştım. Onu bitirmeden gelmek istemedim” buyurdular. Ravi Evs b. Huzeyfe diyor ki, sabah olunca ashaba, “Siz Kur’an’ı kaç hizbe bölersiniz?” diye sordum; onlar, “Üç, beş, yedi, dokuz, on bir, on üç ve hizbu’l-mufassal olarak bölüyoruz” dediler. (Ebû Davud).

Gece okumayı asla terk etmediler
Hz. Peygamber, teheccüd namazında bazen sayfalarca Kur’an okurdu. Hz. Huzeyfe, Efendimizle namaz kıldığını ve O’nun bir rekâtta Bakara Sûresi’nden başlayarak Nisa Sûresi’nin sonuna kadar okuduğunu belirtmektedir. İbn Abbas ise Hz. Peygamber’in gece ibadetini öğrenmek için onlara misafir kaldığında, her rekâtta yaklaşık Müzzemmil Sûresi kadar (20 âyet) bir miktar okuduğunu söylemektedir.
Bu arada, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ve bazı büyüklerimizin, bir ayetin tefekkürüne daldıklarından veya o anda, o ayetten çok etkilendiklerinden, bazen sabaha dek belli bir ayeti durmadan tekrar ettikleri de rivayetler arasındadır.

Meselâ: Efendimiz aleyhissalatu vesselam, “Eğer onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır (dilediğini yaparsın), eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen daima üstünsün, hikmet sahibisin.” (Maide; 118) ayetini;

Enes b. Malik radıyallahu anhu, “Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız.” (Tekasür; 7-8) âyetini;

Malik b. Dinar ve Temimuu’d- Darî, “Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini inanıp iyi işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (Câsiye; 21) ile “(Orada onların) yüzlerini ateş yalar. Öyle ki, (ateş dudaklarını, yüz adalelerini yaktığından) dişleri açıkta kalır.” (Müminûn, 104) ayetlerini;

Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyhi, “Eğer Allah’ın nimetlerini saymak isterseniz sayamazsınız. (Buna rağmen) yine de insan çok haksızlık edendir, çok nankördür.” (İbrahim; 34) âyetini;

İmam-ı A’zam ise, “(Asıl azap ile), o (söz verilen) saatle karşılaşacaklardır. O saat cidden çok feci ve acıdır.” (Kamer; 46) ayetlerini, bazen namazın içinde, bazen dışında ve çoğu zaman gözyaşı eşliğinde, sabaha kadar tekrar ederlerdi…

Âşıkların Şiarı: Teheccüd Namazı

gece namazı, teheccüd namazı, nafile namazlar, teheccüd namazının vakti, aşıkların namazı, teheccüd nedir, hecüd nedir, hecüd, salavat, din, nasihat, hadis, hakka sevdalıyız, hakkasevdalıyız, ebu hureyre, salatul leyl, leyl, ışılay, ışılay ayvalı, peygamber, islam, tasavvuf, oruç, kitap, aşık, şeyh

Farz namazlardan sonra en faziletli namaz…
Geceler mesafelerin dürüldüğü vakitlerdir. Manen mesafe katetmek isteyenler geceleri ihmal etmezler. Gündüzün yüzüne siyah örtüsünü çektiği o saatler, Allahu Zülcelal ile huzurlu olunmanın zikirle çoşmanın zirve anlarıdır.
“Yok mu dua eden, icabet edeyim?” çağrısına kulak verip, namaza ve niyaza koşanlar ekstra lütuflarla sevindirilirler gecelerde. Gecelerinin karanlığını teheccüd ışığıyla aydınlatanlar, kabirlerinin karanlığını aydınlatacak ışığı bu dünyada biriktirirler aslında…
Teheccüd sözlükte, uyumak ve uyanmak manasında olup, zıt anlamlı kelimelerdendir. Daha sonra gece uyanıp namaz kılan kimseye, bu kökten türetilmiş “hecûd” denilmiş ve böylece teheccüd, terim olarak namaz ve Allah’ı zikir için gece uyanmak manasında kullanılmıştır. Genellikle yatsı namazından sonra, daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınan namaza, ‘Gece Namazı (Salatü’l-Leyl)” denilirken, gece uykusu bölündükten sonra, kalkıp kılınan namazlara ise “Teheccüd Namazı” denir.
Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme hitaben: “Gecenin bir kısmında sadece sana mahsus, fazla (bir ibadet) olmak üzere namaz kıl. Muhakkak Rabbin seni övülmüş bir makama erdirecektir” (İsra; 79) buyrulmuştur. Ayet-i kerimenin tefsirinde teheccüd namazının Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için farz veya fazilet olduğu ümmeti içinse nafile olduğu belirtilmiştir.
Ebu Hureyre radiyallahu anhun rivayetine göre; Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır. “Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece namazıdır. Geceyi iki kısma bölersen son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen ortası en faziletli vakittir” (Tecrid-i Sarih Terc. IV, 16).
Hadisi şeriften anlaşılacağı gibi farzlardan sonra en faziletli namaz teheccüd namazıdır.
  1. Bin yılın müceddidi İmam Rabbani hazretleri işte bu yüzden, geceleri ihya etmek isteyenlere şu altın tavsiyelerde bulunur: “Teheccüd kılmak, tasavvuf yolunun olmazsa olmaz şartlarından biridir. Onu herhangi bir zaruret mevzubahis değilse kaçırmamaya gayret etmeli. Başlangıçta zorluk çekilse de uyandırmaları için ev halkına tembihlemelidir. Birkaç gün içinde kalkmayı alışkanlık haline getirince zorluk ve külfet de ortadan kalkar. Gecenin sonuna doğru kalkmak isteyen, yatsı namazını kıldıktan sonra, faydasız şeylerle uğraşmayıp uyumalıdır.”
Geceki ibadetlerinin bilinmesini istemezlerdi
Allah dostları katışıksız ibadet edebilmek için geceleri iple çekerlerdi âdeta. Kimisi bütün geceyi ibadetle geçirdiği halde sabaha yakın saatlerde sesini yükseltir, sanki yeni uyanmış gibi yapardı; kimisi uykusuzluğun ve gözyaşının izlerini silebilmek için gözlerine sürme çekerdi.
Nitekim halktan biri Temim Dariye radiyallahu anh, “Gece nasıl namaz kılıyorsun?” diye sorunca celallenmiş, “Allah’a yemin ederim ki geceleyin gizlice kıldığım iki rekât namazı, başkalarına anlatılan bütün gecenin ihyasına tercih ederim.” demişti.
Mansur İbn Mu’temir sabah olunca gözüne sürme çeker, saçlarının bakımını yapıp koku sürünür, onları iki tarafa tarar halkın arasına öyle çıkardı. Kırk defa hac yapma şerefine eren Eyyûb Sahtiyânî rahmetullahi aleyh bütün gecesini ihya eder, sabah olunca da sanki yeni uyanmış biri gibi sesini yükseltir ve ibadetle geçen gecesinden hiç kimsenin haberi olmasın isterdi.
Sanki hiçbir şey yapmıyorlardı!
Görüldüğünde Allah’ı hatırlatan simalardan biri olan Bişri Hafi, bir gün namaza durmuş, uzunca kıyamda durarak ihsan şuuruyla namaz kılmıştı. Namazını eda ettikten sonra arkasında bir adamın namaz kıldığını fark edince onu şöyle ikaz etti: “Şu kıldığım namaz sana güzel görünüp hoşuna gitmesin! İblis de nice zamandır meleklerle beraber Allah’a ibadet etmiş ve kulluk yapmıştı. Sonra başına neler geldiğini biliyorsun.”
İşte bu özel insanlar bir taraftan takatleri aşan ibadet ve taatte bulunurken diğer taraftan kendilerini hiç görmüyorlar ve Allah’la olan irtibatları adına kimseye sır vermemeye çalışıyorlardı. Onları büyük yapan sır da bu noktada gizliydi.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Medine’ye teşrif ettiklerinde ashabı ilk olarak geceleri değerlendirmeye teşvik etmişti. “Ey insanlar! Aranızda selamı yayın, fakirleri doyurun ve insanlar uykuda iken ibadet edin. Böylece selametle cennete girersiniz.” (Tirmizi) demiş ve cennet yolunun buraklarının ne olduğunu öğretmişti onlara.
Yine Efendimizin verdiği müjdeye göre Allah, bütün insanları mahşer meydanında toplayınca bir münâdî; “Teheccüd için yataklarından kalkıp cezalandırmasından endişe içinde, rahmetinden de ümitli olarak Rab’lerine dua edip yalvaranlar nerede?” diye seslenecek; sayıları çok az olan bu kimseler öne çıkıp, kolay bir hesaptan geçtikten sonra cennete gireceklerdi. Diğer insanların muhasebesi ancak onlardan sonra başlayacaktır. (bkz.Beyhaki’den naklen Münziri)
Hz. Aişe radıyallahu anha anamız Efendimiz ile birlikte yaşadıkları dönemde aksatmadığı teheccüd namazını, O’ndan sonra da aynı titizlik ve azimle devam ettirecek ve bunu başkalarına da tavsiye edecekti.
Bir defasında Abdullah İbn Kays’ı karşısına almış ve ona şöyle nasihat etmişti: “Geceleri teheccüde kalkmayı asla ihmal etme! Çünkü Resulullah sallallahu aleyhi vesellem onu hiç terk etmedi. Hastalandığında veya çok yorgun olduğunda bile onu ihmal etmez, oturarak olsun yine kılardı.” (Ahmed B. Hanbel, Müsned 6/125)
Hz. Ebû Zer radıyallahu anh, Ka’be’nin gölgesinde insanlara nasihat ederken, “Kabirde yalnız ve perişan kalmamak için gece karanlığında ibadet edin.” demiş ve Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden öğrendiği dersi diğer insanlara da talim etmişti.
“Seher vaktinde uyuyan var mı ki?”
Çehresi secde iziyle pırıl pırıl mübareklerden Tâvûs İbn Keysân, Mekke’ye hac için kafileyle beraber seyahat ederken geceleyin karşılarına bir aslan çıkmış ve onları oldukları yerde hapsetmişti. İnsanlar korkudan birbirini ezmişti ve hiçbir yere kıpırdayamıyorlardı. Bütün gece insanların hareket etmesine fırsat vermeyen aslan, seher vaktine doğru çekip gitmişti. Tehlikenin geçmesi üzerine kafilede bulunan herkes kendisini bir köşeye atmış ve istirahata çekilmişti. Ne var ki Tâvûs herkesin aksine namaz kılmak için ayaktaydı. Kafileden bazıları, “Bu gece başımıza neler geldiğini biliyorsun. Neden uyumuyorsun?” deyince Tâvûs hayret etmiş ve “Seher vaktinde uyuyan var mı ki?” diye sormuştu.
Ebu’d Derda radıyallahu anha göre gündüzün orucu, gecenin ibadeti olmadıktan sonra dünyada kalmanın bir ehemmiyeti yoktu. İbnü’l Münkedir’e göre ise dünyada zevk olarak sadece şu üç şey vardı: “Gece ibadeti, dostlarla sohbet ve cemaatle namaz.”
Ali İbn Bekkâr rahimehullah: “Kırk senedir, beni güneşin doğmasından daha fazla üzen bir şey olmamıştır” diyor ve geceleri iple çekiyordu.Fudayl İbn İyaz rahmetullahi aleyh ise, “Güneş batınca, Rabbimle baş başa kalacağımdan dolayı sevinirim, doğunca da insanlar yanıma geleceğinden ötürü üzülürüm” itirafında bulunuyor ve halvete olan iştiyakını ifade ediyordu.
Sabit el-Bünanî’yi mezarına indiren iki arkadaşı onu kabirde namaz kılarken görmüşlerdi. Definden sonra gidip hadiseyi kızına aktarınca, “Babam, elli yıl boyunca geceyi ihya eder ve seher vaktinde ellerini kaldırarak, “Allah’ım! Eğer kabirde birilerine namaz kılmayı nasip edeceksen, bana da nasip et!’ diye dua ederdi.” demişti. Sabit el-Bünanî ömrü boyunca gece ibadetinden daha zevkli bir şey tanımadığını söylemişti.
Süfyanı Sevrî, gece namazında ayaklarına biriken kanın geri dönmesi için gündüzleri başını yere koyup ayaklarını duvara yaslardı.
Hanımlar da geri kalmazlardı
Bağdad’ın âbide hanımlarından Cevhere, rüyasında (cennette) kurulu bir çadır görmüş ve kime ait olduğunu sormuştu. “Teheccüdlerini Kur’ân’la süsleyenler için” cevabını alınca, o günden sonra geceleri hiç uyumadı.
Râbia Adeviye gecelerini ibadetle geçirirdi. Sabah vakti girdiğinde azıcık uyur güneş yükselmeye başlayınca da kalkar ve kendi kendine “Ey nefis! Ne zamana kadar uyuyacak ve ne zaman uyanacaksın? Yakında öyle bir uykuya dalacaksın ki seni ancak İsrafil’in aleyhisselâm sur sesi uyandırabilir.” diyerek nefis muhasebesi yapardı.
Hafsa binti Sîrîn’in öyle bir ibadet hayatı vardı ki çevresindekiler bu kadar da olmaz diyordu. Onun bu derece ibadet etmesini daha önce işlemiş olduğu ciddi bir günaha bağlıyorlar ve herhalde bağışlanmak için bu kadar çok ibadet ediyor diyorlardı. Hizmetçisine “Hanımefendi hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorulduğunda “Şüphesiz ki saliha bir kadın fakat sanki büyük bir günah işlemiş gibi gecenin bütünü ibadetle geçiriyor, ağlıyor ve namaz kılıyor.” cevabını vermişti.
İmamı Azam’ın hizmetkârı “Ebû Hanife’yi tanıdığım günden beri, gece yastığa başını koyup uyuduğuna şahit olmadım.” demiş ve büyük imamın gecelerini nasıl geçirdiğini haber vermişti.
Ehlullah, gece ibadetinden aldıkları lezzeti cennet nimeti olarak görürlerdi. Bu Rabbanilere göre gece ibadetinin zevk ve süruru ehli dünyanın eğlencelerinden çok daha coşkun ve lezzetliydi. Gece yatağa girdikleri zaman pek çoğunu uyku tutmaz cehennem azabını hatırladıkça uykuları kaçardı. Sonra da kalkar sabaha kadar namaz vs. ibadede meşgul olurlardı.

Kâinatın Anahtarı; Besmele


Besmele; bütün mevcudatın hal diliyle ve kavliyle, dillerinde devamlı tekrar edilen dua, zikir ve anahtardır. Böylece Allah’a uzanan manevî bir hat ve irtibattır. Bu duaya insanlar, hayvanlar ve bitkilerden tutun, cansız varlıklara kadar her şey iştirak etmektedir.
Zira Kur’ân-ı Kerîm’deki “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız.” (İsrâ, 17/44) âyeti, bu hususu ortaya koymaktadır.
Sahâbîlerin önde gelen isimlerinden Abdullah b. Mesûd’un (r.a): “Biz Hz. Peygamber’in yanında yemek yerken, yemeğin Allah’ı tesbih ettiğini işitirdik.” (Buharî, “Menakıb”, 25) şeklindeki haberi de, buradaki ayetin açık bir tefsiridir.
Tüm varlıkların canlı olduğunu deneyle ispatlayan Japon bilim adamı Prof. Dr. Masaru Emoto’nun bu konudaki bir araştırması şöyledir: “Su cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Yanında güzel sözlerle dua edildiğinde su, berrak ve estetik bir yapıya bürünür. Kötü sözler veya şeytani ifadeler kullanıldığında, kristaller kaotik ve karışık bir biçime dönüşmektedir.”
Besmele, İslâm nişanını gösteren bir definenin anahtarıdır. Çünkü “Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla başlarım” diyerek, yapacağımız işlerin gerçek faili, yaratanı olmadığımızı, bizi de fiillerimizi de yaratan bir güç ve kudrete bağlı bulunduğumuzu, ancak O’nun müsaadesiyle işe başlayabileceğimizi, yapacağımız her şeyi O’nun için yapmamız gerektiğini ilan ederiz.
Dolayısıyla zahiri sebepler neticesiyle gelen nimetleri de o sebepler hesabına almamız doğru olmaz. Çünkü o sebepler, (meselâ ağaçların meyve vermesi, hayvanların süt vermesi v.s. gibi) doğrudan doğruya o nimeti Allah hesabına ve O’nun müsaadesiyle, yaratmasıyla ürettikleri aşikârdır. Böylece biz de bu nimetleri alır, onlardan istifade ederken, Allah adına (besmele ile) almamız ve yapmamız gerekmektedir.
Besmele’nin sırrı
Besmeledeki bir başka sır da kısaca şöyle özetlenebilir: Besmelenin başındaki “be” edatı “beraberlik veya yardım dileme” manâsında bağlayıcı bir edattır, yani bağlaçtır. Dolayısıyla, “Başla, oku veya başlıyorum, okuyorum…” gibi (belagat kuralları gereği) cümleden çıkartılmış bir fiile işaret eder.
“Allah” ismi ise gerçek İlâh’ın özel adıdır. Bütün sıfat-ı kemâliyeye sahip bulunan, varlığı zaruri olan Zât’ın ismidir. Oysa tanrı ve hudâ isimleri “Allah” gibi birer özel isim değildir. Ayrıca İlâh, Rab, Ma’bud gibi genel anlam ifade eden isimler de böyledir. Zira İlâh’ın çoğulu âlihe, Rabb’ın çoğulu erbâb, hudâ’nın çoğulu hudâyân ve tanrı’nın çoğulu tanrılar şeklinde kullanılırken; Allah için -haşa- “Allahlar” denemez, kullanılamaz.
Besmeledeki “er-Rahmân” kelimesi de yüce Allah’a mahsus bir isim, çok merhametli, çok rahmet sahibi manâsına bir isim-sıfattır. “er-Rahîm” kelimesi de çok merhamet edici manâsında Allah’ın sıfatlarından biridir veya yine bir isim-sıfattır.
Rahmân ve Rahîm ikisi de rahmet masdarından mübalağalı birer sıfattır. Aralarındaki nüansi ise; Allah’ın Rahmân oluşu ezele, Rahîm oluşu ebede ve haşre işaret etmektedir. Bundan dolayı mahlukât, Allah’ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar.
Böylece Allah-u Teala dünyada Rahman oluşuyla hem mü’minlere, hem de kâfirlere acımakta ve nimetlerini vermektedir. Ahirette Rahîm oluşuyla da yalnız mü’minlere merhametli olacağını göstermektedir. (Yazır, 1:38-49).
Kainattaki canlı ve cansız bütünündeki yardımlaşma ve dayanışma da Allah’ın rahmetine bakmaktadır. Meselâ, ağaçlar ve nebatâtların gıda anbarı, hayvanların süt çeşmesi, güneşin de bir lamba gibi insanların emrinde olmaları, bu nimetlere kaynaklık eden varlıkların insanın ihtiyaçlarını bilmesinden değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet sahibi bir Rahman’ın olmasından dolayıdır.
Bunun için önce Rahmaniyete sonra Rahimiyete bağlanarak işlere başlanılır. Böylece, besmele dünyadaki manevi kapıları açan bir anahtar ve Allah ile irtibatı sağlayan manevi bir bağ ve duadır.
Bereket vesilesi…
Hz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, bu konuya işareten, “Besmele ile başlanmayan önemli işler güdüktür (gerçek ve müspet manâda sonuçsuzluğa mahkûmdur).” (Süyuti, 2: 322) buyururken, bir başka hadislerinde “Besmele, her kitabın (önemli işin) anahtarıdır.” buyurmuşlardır (a.g.e., 2: 4).
Böylece, hayvanı keserken çektiğimiz besmeleden tutun, sabah evden çıkarken çektiğimiz besmelelere kadar, her işimizde Allah’la manen irtibatlı olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla yaptıklarımızı Allah için yapabilmeli, Allah için verebilmeli ve Allah için alabilmeliyiz ki, amellerimiz ahirette de kıymet kazansın ve sevap olsun.
Besmeleye hürmetin karşılığı
Besmeleye devam etmek ve ona karşı hürmet ve saygı göstermek, kişinin dünyevî ve uhrevî yükselmesine vesiledir. Meselâ, ilk devir sûfîlerinden olan ve yalınayak manâsına gelen ismi kendisine, “O (Allah) yeryüzünü size bir döşek kıldı.” (el-Bakara, 2/22) âyetinden hareketle “Allah tarafından döşenmiş bir yerde, ayakkabı ile gezilmez.” Diyerek, yalınayak gezmeyi tercih etmesinden dolayı verildiği rivâyet olunan (Kara, “Bişr el-Hâfî” D.İ.A. 6: 221) Bişr el-Hâfî’nin (ö.227/841) seyr u sülûku ve seyr u sülûktaki mertebesi, şu hadiseye dayanmaktadır: O, yolda bulduğu ve üzerinde “Besmele” yazılı bir kâğıdı itina ile temizledikten sonra levha haline getirerek muhafaza etmiş, bunun üzerine rüyada bir ses kendisine, besmeleye karşı bu hürmetinden dolayı adının dünya ve ahirette saygın kılındığını bildirmiş, böylece Bişr, zühd ve takvada zirveye ulaşmıştır (Ebu Nuaym, 8: 336). Bişr el-Hafî, kaç asır sonra, günümüzde bile bilinen, hayır ve sena ile anılan evliyâdandır.
Zikir ve ihsan kapısı
Besmelenin bir başka özelliği de besmele sayesinde, günlük, sıradan işlerimiz dahi, manevi bir işe, bir ibadete, zikre dönüşür. Su içerken, arabaya binerken, bilgisayarı açarken çektiğimiz besmele; bu işi Allah için yaptığımızı hatırlatır bize. Allah için yapılan her iş de bir kulluğun bir gereğidir.
Dolayısıyla, her anını bu şuurla yaşayan bir mümin, bu daimi zikir ve fikir neticesinde, her an Allah’ı görüyormuşçasına bir hayat yaşamaya başlar. Zira, Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselam bize bu hedefi göstermiştir: Bir gün ashâbından bazılarıyla birlikte iken bir yabancı gelir. Hz. Peygamber’e bir takım sorular sorar ve cevaplarını alır. Sorular ve cevaplar şöyledir:
– İman nedir?
– İman Allah’a, meleklerine, Allah’a kavuşmağa, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeğe inanmandır.
– İslâm nedir?
– İslâm Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmaman, namazı kılman, farz edilmiş zekâtı vermen, ramazanda oruç tutmandır.
– İhsan nedir?
– İhsan Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da şüphesiz O seni görmektedir. (Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1)
Netice olarak; besmele, dünyevi ve uhrevi kapıları açan, âdetleri ibadete çeviren sihirli bir anahtardır. Besmele, aynı zamanda Allah ile kul arasındaki irtibatı sağlayan manevi bir bağ ve duadır.

Kaynaklar: 1- Buhârî, el-Cami es-Sahih. 2- Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm. 3- Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliyâ. 4- Kara, Mustafa, “Bişr el-Hâfî” D.İ.A. c: 6. 5- Suyûtî, el-Fethu’l-Kebîr. 6- Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Neşriyat.

Doğru Ve Yanlış Tasavvuf Anlayışları

https://hakkasevdalilar.blogspot.com.tr/

Tasavvuf… İslâmi ruh ikliminin, su gibi, güneş gibi, ağaç gibi, ana unsuru… Belki de hepsi birden!

Tasavvuf mevzuunda dıştan ve satıh üstü beş türlü anlayış ve görüş tespit edebiliriz:

Birincisi, bu işe akıl ermez bir keyfiyet, “Evliyalık” diye bakanların basit anlayışı… Bu anlayış bir “merveyyö-fevkaladelik” tespitinden ileriye geçemez ve hiç bir tarif ve izaha yaklaşamaz. Avam görüşü… Giderler; türbe kapılarına ve mezarlık parmaklıklarına çaput bağlarlar… Evliya bildikleri şahısların da önünde diz çökerler ve başka bir şey bilmezler… Hâlbuki bu hareketlerin çoğu Şeriat ölçüsüyle yasaktır. Bağlandığı şahısların harikalar yaptığını kabul eden, fakat bu mevzuda hiçbir şey bilmeyen kaba bir teslimiyet…

İkinci görüş, İslam’da yarı aydınların anlayışı… Bu zümre “ledün ilmi-İç âlem bilgisi, İlahi marifet” ve daha bir sürü yafta, klişe ve lügat… Sadece, içinden incisi düşmüş istiridye kabukları gibi kelimeler… Çilesi çekilmemiş ıstılahlar…
Üçüncü görüş, İslami ruha yanaşmayanların tavrı… Bunlar tasavvufun dine sonradan ekleme bir müessese ve akıllarınca Şeriatin haşin ölçülerini yumuşatmak ve tatlandırmak için getirildiği iddiasındadırlar.

Dördüncü anlayış, Batı kültürüne birazcık ulaşmış nasipsiz tiplere göre… Tasavvufun, İskenderiyye mektebi (neo-platonizm)den devşirme olduğu ve yine, kuru gördükleri İslamiyet’e renk ve hava getirmek için benimsendiği hayali… Küfür görüşlerinin güya daha kültürlüsü…

Beşincisi ise, din içinden tasavvufu red anlayışı… İslamiyet ve Şeriati güya müdafaa… Tamamıyla şeytani bir teselli içinde, tasavvufu şeriat dışı, hatta şeriate aykırı kabul eden bunlar, “İbn-i Teymiyye” çırakları olarak tasavvufu belirtirler…

Onu kanun ve ölçü dışı bir “bid’at”, yani uydurma yenilik sayarlar…

Korkunç bir hayal kuvveti olan bir ressamın çizdiği bir dağ resmi düşünün! Billûrdan bir dağ… Kat kat göğe doğru yükselmiş bu dağın etrafında nâmütenahiye çıkan bir yol… Yol asfalttır. Yanında incecik bir çimen pist onu takip eder. Asfaltın bir yerde durur gibi olduğunu görürüz. Ondan sonra çimen pist devam eder. Dağın tepesinde muhteşem bir saray… İçinde göze görünmez mahlukların meclis kurduğu bir saray…Bu sarayın kapısına yalnız çimen pist varıyor… Tasavvufu böyle hayal edebiliriz. Şu var ki, bu çimen pist, geldiği asfaltın, yani ana caddenin bir kopuntusu değildir ve doğrudan doğruya ondan gelmektedir. Ondan, yani şeriatten… Bu çimen pist, başından beri ana caddeyi takip ederek gider. Ondan sonra, Şeriatin götürdüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eder.

Bu çimen yol nereye gider, nasıl gider, hangi gayeye erer; işte davaların davası!..

Her şeyden evvel şeriat ve tasavvufu böyle anlamak lazımdır. Şeriat o füze rampasıdır ki, o rampa marifetiyle ve onun aletleriyle fezaya fırlatılmadan sonsuzluğa ermenin çaresi mevcut değildir.

Tasavvuf esasın ruhu
Tasavvufu tek başına din esası kabul edenler, tasavvufu dinin “menbaı-temeli” bilenler, şeriatı reddedenlerdir. Küfürdür nasipleri bu adamların… Bu adamların yaptıkları hokkabazlıktır zaten… Sahte velilerin çoğu bunlardandır.
Şeriatın tecviz etmediği, kabul etmediği hiçbir kıymet makbul değil; ve ölçülendirmediği, kucaklamadığı hiçbir hakikat mevcut değildir. Tasavvufa (tek başına) dinin esası diyenler Şeriate karşı gizlice omuz çevirenlerdir ki, en büyük yanılma içindedirler. Fakat, “Şeriat öz tebliğleriyle esastır, tasavvuf hiçbir şey değildir!” demek de Şeriatın lübbünü, ruhunu görmemek ve satıhta kalmak gibi bir hataya gider.

Bakın, ne kadar ince!.. İslam incelik işidir. Ruh ile beden arasındaki münasebeti sezenler, şeriat ve tasavvuf arası taalluku kestirirler…

Şu halde tasavvufa dinin esası olmak bakımından esasın ruhu diyebiliriz. Dinin esası, ancak Resulün tebliğ ettiğidir. Ve Şeriattır. Onun içi, mahremi, ruhu, özü tasavvuf… Tebliğ mevzuu olmayan, yani bütün beşeriyete mecburi rejim ifade etmeyen hususi eriş noktası ise tasavvuftur.

Dinin esasına bağlı tamamlayıcı nokta… İşte bu şekilde, tasavvuf, ne bakımdan dinin esası, ne bakımdan değil, izah etmiş oluyoruz.

Kaynak: Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, Sahife: 10-12.

En Çok Okunan Yazılar