23 Kasım 2018 Cuma

HAK YOLUNUN ESASLARI 1-10 ARASI BÖLÜMLER

kitap, semerkand, ışılay ayvalı, dilaver selvi, menzil, tasavvuf, ibadet, islam

İÇİNDEKİLER

    Ariflerin İlahi Huzurdaki Edepleri
    Sufi Kimdir?
    Tevhid Nedir?
    Kaza ve Kader
    Yakin
    Feraset
    İlham
    Kalp
    Ruh
    Nefis
    Akıl
    Hayal
    Vehim
    Naz Hâli
    Şevk
        Hayret
        Heyman (Kara Sevda)
        Üns ve Temkin
    Gıybet
    Kötü Zan
    Övme
    Takva Nedir?
    Haset
    Kibir
    Cömertlik



Kıymetli okuyucularımız!
Sizlere faydalı ve kıymetli bir eseri daha sunuyoruz.
Eser, büyük âlim, arif, Hak dostu İmam Gazâlî'ye (rah) aittir. Eserin asıl ismi, 'Ravdatü't-Tâlibîn ve Umde-tü's-Sâlikîn'dir. Biz konusuna uygun olarak, tercümeye "Hak Yolunun Esasları" ismini verdik.
Eser, manevî terbiye yolunun esaslarını, edeplerini, ölçülerini, temel ahlâklarını, ilimlerini konu etmekte; Ehl-i sünnet itikadına aykırı olan görüş, mezhep ve düşünceleri değerlendirip reddetmektedir.
Bu eser kısa, özlü bir reçete olup tasavvuf terbiyesinin ilmihâli durumundadır.
İmam Gazâlî (rah), bu eserde itikad, edep, güzel ahlâk ve seyrü sülük konularında en lâzım bilgileri özlü ve çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu haliyle eser, sanki Ihyâü Ulûmi'd-Din adlı kitabının bir özeti gibidir.
Kıymetli okuyucularımız!
Kitabın müellifinin de dediği gibi; bu dünyada varlık sebebimiz iki şeydir: Bunlar, ilim ve ameldir. İlim, amelin önündedir; dinimizin ilk emri ilimdir, ilimsiz amel ya noksan ya da bozuk olur; kazancı zararını kurtarmaz.
Faydalı ilim, yüce yaratıcıyı tanıtan; O'nun emrini, dinini, yolunu ve gerçek sevgiyi öğreten ilimdir. Dinimizin zahirdeki hüküm ve amellerini öğreten ilme "fıkıh ilmi" denir. Kulluğun merkezi olan kalple ilgili ilim, idrak, edep, ahlâk ve terbiyeyi öğreten ilme de "tasavvuf ve terbiye ilmi" denir.
Her müslüman bu iki ilmin farz kısmını bilmesi gerekir.
İşte elinizdeki eser, manevî terbiyenin farzlarını işleyen ilmihâli durumundadır. Eserin Allah için sabırla okunmasını tavsiye ediyoruz.
Muhtemel hatalarımızı bize ulaştırma lutfunda bulunan kıymetli okuyucularımızdan Allah razı olsun.
Bize bu hizmeti" ikram eden yüce Allah'a sonsuz hamdolsun.
Dr. Dilaver Selvi

Şeyh, imam, âlim, allâme, sahasında tek, Hüccetü'l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazâlî et-Tûsî (Allah onu rahmetiyle kuşatsın, rızâsına ulaştırsın ve kendisini cennetlerin en güzel yerlerinde yerleştirsin) der ki:
Dostlarının kalplerini muhabbetinin ateşiyle yakan, onların bütün düşüncelerini kendisinde toplayan, ruhlarını yüce zâtına kavuşma iştiyakı ve O'nu müşahede aşkıyla coşturan, gözlerini ve basiretlerini yüce cemâlini görmeye bağlayan Allah'a hamdolsun.
Bu halleri yaşayan Allah dostları, O'na kavuşmanın sevinci ile sarhoş oldular; kalpleri O'nun yücelik ve heybetini müşahede edince hayret içinde kaldılar; dünya ve âhirette O'ndan başkasını görmediler.
Onların gözlerine herhangi bir varlığın sureti ilişse, basiretleri hemen ona şekil veren yüce zâta yönelir.
Kulaklarına herhangi bir nağme gelse, sırları derhal yüce sevgiliyi hatırlar ve O'nu zikreder.
Herhangi bir inilti, âh, coşku, hüzün, heyecan ve şevk sesi işitseler, hemen yüce Mevlâ'yı hatırlar; O'nun için ah çeker; kalpleri O'na çekilir, O'nun için hüzünlenirler;
 O'nun katındakilere şevkleri artar; O'na yönelirler, O'na koşarlar, O'na kulak verirler. Gözleri ve kulakları O'ndan başkasına kapanır; O'ndan başkasını görmez ve işitmezler.
İşte bu kimseler, Allahu Teâlâ'nın özel dostluğu için seçtiği ve seçkin kulları arasından kendisine tahsis ettiği dostlarıdır.
Yüce Allah, son peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz'e ve hidayet yolunun rehberleri yaptığı âl ve ashabına salât ve selâm etsin.
Ben bu kitabı, hak yoluna girmek ve o yolda gitmek isteyen bir kimsenin -inşallah- güzelce uyması ve istifade etmesi için yazdım. Onda bir hata etmekten ve yanlış bir şey söylemekten yüce Allah'a sığınırım. O, en güzel yardım eden ve destek verendir.
Yüce Allah'tan bu kitabı okuyanlara faydalı yapmasını diliyorum. Hiç şüphesiz O, bizlere çok yakındır ve dualarımıza karşılık verendir.
Kitap, bir girişle birçok fasıl ve bölümden oluşmaktadır.

Bil ki, halkın Hak'tan kopmasının ve perdelenmesinin pek çok sebebi vardır; bunların en başta gelenleri şunlardır:
Halka yönelmek ve onlara takılıp kalmak. Kendi nefsi ile meşgul olmak. Yaptığı işlere bakıp onlarla aldanmak.
Sahih ve doğru inançtan sapmak. Bu sapma, her insanın nefsinin yaratılışı ve cibilliyetine göre farklı şekillerde olmaktadır.
Makam, mal, dünya, mevki ve şöhret sevgisi.
Uzun yaşama arzusu ve ileride yaparım düşüncesi.
Cimrilik.
Nefsin kötü arzularına uyma.
Kendini beğenme.
Yiyecek, içecek ve giyeceklerin haram yoldan kazanılması.
Dünya işlerinin bozuk olması.
Nefsanî duyguların kalbe hâkim olması.
Nefisle mücahedeyi terk ve ihmal edip onun kötü arzularına boyun eğmek.
İnsanlara karşı güzel ve şirin gözükmeye çalışmak.
Kin, düşmanlık, haset, cehalet, ahmaklık, gösteriş ve ikiyüzlülük gibi kötü huylara sahip olmak.
Göz, kulak, dil, el ve ayak gibi azaları, yüce Allah'ın taatı dışında kullanmak. Halbuki, Kur'ân-ı Kerîm'de uyarıldığı gibi;1 bütün bu azalar, her yaptığından sorumludur. el-İsrâ 17/36.
Tembellik, gevşeklik, gaflet ve bunların dışındaki yüce Allah'tan uzaklaştıran şeyler de bu kısma dâhildir.

Şunu bil ki, halka bakmak ve nefsin arzularına bağımlı olmak Hakka karşı bir perdedir.
Yaptığı işleri kendinden bilmek, bir çeşit şirktir; çünkü kulun yaptığı bütün işleri yaratan ve ortaya çıkaran yüce Allah'tır. Kula ait olan ise onu yapmaktır. Bu durum, kulun yaptığı iyiliklere sevap ve kötü işlerine ceza vermek için böyle takdir edilmiştir.
Kul, ilâhî kudretin ortaya çıkarmasıyla bir iş yaptığında, buna kulun kesbi/fiili ve kazancı denir. Ehl-i sünnet mezhebinin görüşü böyledir. Kul, bir işi yapmaya başladığında ona bu işi yapma kudreti verilir; öncesinde değil. Kul bir işe başlayacağı anda Allahu Teâlâ onun için bir kudret yaratır; bu kudretle yapılan işe kulun kesbi denir.
Kim, yaptığı işi sadece kendisinin istediğini ve kendi kudretiyle yaptığını söylerse, o, Kaderî'dir.
2    Kaderî; kaderi inkâr eden, kulun yaptığı bir işi, ezeldeki bir kadere göre değil; o anda kendi irade ve kudretiyle yaptığını söyleyen bâtıl, bozuk, sapık fırkanın adıdır. Bu gruba "Mu'tezile" de denir.
Kim, yaptığı bir işte kendisinin hiçbir irade ve kudretinin olmadığını söylerse, o, Cebrî'dir.3
3   Cebrî, Cebriyye mezhebi, kulun hiçbir irade ve kudrete sahip olmadığını; ilâhî kader ve kudrete tabi olduğunu, yaptığı her işte, rüzgârın önündeki yaprak gibi, nereye sevkedilirse oraya gittiğini söyleyen bozuk fırkadır.
Kim, yaptığı bir işi Allahu Teâlâ'nın irade ettiğini, kendisinin de bu işi yaptığını ve ondan sorumlu olduğunu söylerse; o, sünnet üzere giden, doğru yola ulaşmış bir kimsedir. Bu konu çok uzundur; burası yeri değildir. Biraz sonra -inşallah- bu konuda bazı açıklamalar gelecektir.
Doğru inanç ve sahih akideden sapmaya gelince, bunun sebebi; nefsin kötü arzularının kalbe hâkim olması ve bozuk mezhep/fikir üzerinde taassup göstermektir.
Büyük âlimlerden biri demiştir ki: "Nice insanlar vardır ki, onların ameli az olduğu halde, güzel inançları kendilerini kurtarır. Birçok insan da vardır ki, pek çok ameli bulunmakla birlikte, bozuk inançları kendilerini helak eder."
Makam, mal ve dünya sevgisi, öldürücü bir zehirdir.
Baş olma ve şöhret sevgisi, insanda kibir meydana getirir.
Dünyaya fazla dalmak, dini mahveder.
Ariflerden biri der ki: "Yaptığım bir hayır işi insanlar gördüğünde, o ameli gözümden düşürürüm/artık ondan bir sevap beklemem."
Uzun emele/fazla yaşama hırsına gelince, bu düşünce, güzel amele mani olur ve insanı Hak'tan alıkoyar.
İleride yaparım düşüncesi ise, şeytanın en büyük tuzağıdır.
Cimrilik, kötü arzulara kapılma ve insanın kendisini beğenmesi, kişiyi helake götüren büyük günahlardandır.
Gıdanın haram olmasına gelince; bu kalbi karartır, katılaştırır ve Allahu Teâlâ'dan uzaklaştırır. Helâl gıda ise, kalbi nurlandırır, onu inceltir ve Yüce Allah'a yaklaştırır. Bu konuda Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin. el-Bakara 2/172.
Temiz yiyecek, helâl olan yiyecektir. Bir âlimin dediği gibi, sen yiyeceğini ve içeceğini helâlinden yap; geceleri ibadetle geçirmesen gündüzleri nafile oruç tutmasan da ciddi bir kaybın olmaz.
Helâl yemek, sûfîlerin yolunda büyük bir esastır. Bir kul, bütün geceyi ibadetle geçirse; fakat karnına girene dikkat edip onun nereden nasıl geldiğini bilmedikçe, bu ibadetin kendisine bir faydası olmaz. İnsanların sıratı en hızlı geçecek olanı, dünyada şüpheli şeylerden en fazla sakınanlarıdır.
Allahu Teâlâ, bir kudsî hadiste şöyle buyurur:
"Kulum, aç kalırsan beni görürsün; şüpheli şeylerden sakınırsan beni tanırsın; dünya mal ve hırsından sıyrılırsan, bana ulaşırsın."
Diğer bir kudsi hadiste de şöyle buyrulur:
"Vera' sahiplerine (şüpheli şeylerden sakınanlara) gelince, onlara azap etmeye haya ederim."
Büyük zâtlardan biri şöyle demiştir: "Sana ilim, açlık, halktan gizlenme ve oruç gerekir. Hiç şüphesiz ilim, bir nurdur; onunla insanın yolu aydınlanır; açlık ise hikmete ulaşma yoludur."
Bâyezîd-i Bistâmî demiştir ki: "Allah için hangi gün aç kaldıysam, o gün kalbimde, daha önce bulmadığım bir hikmet elde ettim."
Kendini halktan gizlemek ve fazla tanınmamak, bir rahatlık ve tehlikelerden selâmettir. Oruç ise, bir yönüyle samediyyet/kimseye muhtaç olmama sıfatıdır; onun benzeri bir amel yoktur. Bunu, "O'nun benzeri/dengi/misli hiçbir şey yoktur"5   eş-Şûrâ 42/11. âyetinden anlıyoruz.
Kim devamlı oruç tutarsa bu ona ilim, marifet ve müşahedeyi kazandırır. Bunun için Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İnsanın bütün yaptığı ibadetler kendisine aittir, ancak oruç hariç. Oruç, benim içindir ve onun karşılığını ben veririm. Oruçlunun ağzının kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur."6 Buhari v.d.
Dünya ile aşırı meşgul olmak ve şehvetin/kötü arzuların kalbe hâkim olması, bütün kötü sıfatları peşinden getirir. Bu kötü sıfatları güzel sıfatlarla değiştirmedikçe, kulun Allah'a yakın olması düşünülemez.
Ariflerden biri der ki: "Kul, hayrın dışındaki şeylerle kalbini kirlettiği sürece, manevî yakınlığa ve ilâhî huzurda bulunmaya lâyık olamaz; tâ kalbini mâsivadan/Allah'tan gayri ve O'nun razı olmadığı şeylerden temizleyinceye kadar."
Hz. Osman (r.a) demiştir ki: "Eğer kalpler günah kirlerinden temiz olsaydı, Kur'an okumaya doyamazdı."
Gerçekten kalp temiz olunca, kendisiyle konuştuğu yüce zâtı müşahede eder, başkasından kesilir.
Şunu iyi bil ki, Hak'tan başka her şey O'nunla kul arasında bir perdedir. Eğer varlığın zulmeti olmasaydı, gayb nuru ortaya çıkardı. Şayet nefsin fitnesi/imtihanı ve âfetleri olmasaydı, aradaki perdeler kalkardı. Eğer aradaki engeller olmasaydı, hakikatler keşfolurdu. Şayet kalpte manevî hastalıklar olmasaydı, ilâhî kudret apaçık gözükürdü. Eğer kalpte tamah/eşya ve yaşama hırsı olmasaydı, içine ilâhî muhabbet yerleşirdi. Şayet, ebedî yaşama zevki olmasaydı, iştiyak ateşi ruhları yakardı.
Eğer uzaklık olmasaydı, yüce rabbimiz müşahede edilirdi.
Kalbi örten perdeler açılınca, kalp bağlardan kesildiği için sebepler silinir, engeller ortadan kalkar.
Şu şiir bu konudadır:
Uzun süredir senden gizlenen sır açıldı sana;
Bir zamanlar karanlıktaydın, şimdi çıktın sabaha.
O'nun gayba ait sırrına sensin perde olan;
Eğer sen olmasaydın, her şey çekilirdi aradan.
Ondan ayrı kalınca, çıkarma hatırından;
Bekle açılacak kapıyı yârin çadırından.
Yârden bir söz geldi ki dinleyen hiç usanmaz;
Nesir olsun, nazım olsun tadına doyum olmaz.
Ariflerden biri der ki: "Allahu Teâlâ bir kula kötülük murat ederse, ona amel kapısını kapatır, tembellik kapısını açar."
Muaz b. Cebel'e (r.a) bir adam gelerek, "Şu iki adamın durumu hakkında bana ne dersin? Bunlardan biri bütün gayretiyle ibadet ediyor, ameli çok, günahı azdır; ancak yakîni zayıf ve kalbine şüphe geliyor" dedi. Muâz (r.a), "Onun şek ve şüphesi amelini yok eder" cevabını verdi. Adam, "Peki şu diğer adam hakkında ne dersin? Onun ameli azdır, fakat yakini/imanı kuvvetlidir; bununla birlikte günahı da çoktur. Muâz (r.a) sustu. Bunun üzerine adam, "Vallahi, eğer şu birincinin şüphesi onun hayırlı amellerini yok ederse; bunun yakîni de onun bütün günahlarını yok eder" dedi. O zaman Hz. Muâz (r.a) adamın omzundan tutarak, "Ben şu adamdan daha ince anlayışlı birini görmedim" dedi.


Bâyezîd-i Bistâmî (rah) demiştir ki:
"On iki sene nefsimin başında demircilik yaptım. On beş sene kalbimin aynasını cilâlamakla meşgul oldum. Bir sene, nefisle kalbimin arasındaki vaziyeti gözetledim; bir de baktım ki belimde bir zünnar/şirk bağı var. Bu defa beş sene onu kesmek için çalıştım; onu nasıl keseyim diye düşündüm. Sonra bana işin gerçeği keşfoldu; bütün halkı ölmüş kabul ettim; hepsinin üzerine dört tekbir getirdim, cenaze namazlarını kıldım."
Yüce Allah en iyisini bilir; bu sözün mânası şudur:
O, nefsini terbiye yolunda çalıştı; onun bozuk ve kötü sıfatlarını gidermek, ucb/amelini beğenme, kibir, hırs, kin, düşmanlık, haset gibi nefsin alıştığı kötü huyları temizlemek için çok uğraştı. Bunu başarmak için nefsini korku ocağına attı; ilâhî emir ve nehiy tokmakları ile iyice ezip terbiye etti. Bu çalışma ile onun temizlendiğini düşündü. Sonra, kalbinin ihlâs aynasına baktı; orada gizli şirkten bir takım şeylerin kaldığını gördü. Bunlar riya/gösteriş, amellerine bakma, sevap ve azap düşüncesi ile amel etme, keramet ve manevî hediyelere göz dikme gibi şeylerdi. Bütün bunlar, yüce Allah'ın seçkin kulları yanında ihlâsta bir çeşit şirktir. İşte zünnar diye işaret ettiği bunlardır.
Sonra bu zünnarı, yani nefsin Hakk'ın dışındaki beklenti, korku ve bağlarını kesmeye yöneldi; bütün halktan yüz çevirdi; öyle bir hale geldi ki, nefsin gözünde diri olan şeyleri öldürdü; kalbinin içinde ölü olan şeyleri diriltti. Nihayet, kalbiyle kadîm olan ezelî sevgiliye yöneldi ve O'ndan başkasını yok konumuna getirdi. Bu hali elde edince, mahlûkatın üzerine dört tekbir getirip cenaze namazlarını kıldı ve bütün varlığı ile Hakk'a yöneldi.
Bâyezîd-i Bistâmî'nin, "Halkın üzerine dört tekbir getirdim" sözünün mânası budur; çünkü ölmüş kimsenin üzerine dört tekbir getirilir. Bir de, halkı Hak'tan perdeleyen şeyler dört tanedir: Bunlar nefis, hevâ/kötü arzular, şeytan ve dünyadır.
Hazret, nefsini ve kötü arzularını öldürdü; şeytanı ve dünyayı terketti. Bunun için, gönlünün çektiği her şeye bir tekbir getirdi. Hakikat şudur ki, en büyük olan Hak'tır; O'ndan başkası ise çok zelil ve çok küçük şeylerdir.
Sonra iyi bil ki, şu altı aşamayı geçmeden, Hakk'a yakınlık derecelerine ulaşamazsın.
Birinci aşama; azalarını dinin haram kıldığı şeylerden uzak tutmaktır.
İkinci aşama; nefsi, alışıp sevdiği kötü âdetlerinden  kesmektir.
Üçüncü aşama; kalbi, beşeriyet halinin karanlık ve perdelerinden kurtarmaktır.
Dördüncü aşama; sırrı, tabiatın kötülük ve bulanıklığından temizlemektir.
Beşinci aşama; ruhu, hissî perde ve engellerden kurtarmaktır.
Altıncı aşama; aklı, boş hayal ve vehimlerden kesip kurtarmaktır.
Birinci aşamayı geçince, kalbin hikmet kaynaklarına ulaşırsın.
İkinci aşamayı geçersen, ledünni (ilâhî) ilimlerin sırrına vâkıf olursun.
Üçüncü aşamadan sonra sana, melekût/gayb âleminin münâcâtları ve bu âlemin alâmetleri keşfolur.
Dördüncü aşamada sana Allah'a yakınlık makamlarının nurları parlar ve gözükür.
Beşinci aşamada sana, sevgiliyi müşahede güneşi doğar.
Altıncı aşamadan sonra, kudsî daireye, ilâhî yakınlık cennetine inersin; işte o zaman daha önce müşahede ettiğin madde âlemine ait insanî etkilerden ve hoşa giden şeylerden tamamen kurtulursun.
Allahu Teâlâ, seni seçkin kullar arasına katmak istediği zaman sana muhabbet kâsesinden bir yudum içirir; onunla senin susuzluğun daha da artar, aldığın zevkle iştiyakın had safhaya çıkar; devamlı ilâhî yakınlığı istersin, sükûnet seni ızdıraba düşürür.
Bu muhabbet sarhoşluğu sende yerleşince, seni dehşete düşürür; bu dehşet seni hayrete götürür; işte o durumda sen hep Hakk'ı isteyen ve arayan bir mürid olursun.
Bu hayret hali sende devam edince, seni senden alır, kendinden haberin olmaz, ortada ben diyeceğin bir şeyin kalmaz; her şeyi alınmış ve ilâhî cezbe ile kendinden geçmiş bir halde olursun. İşte bu durumda sen Cenâb-ı Hak tarafından seçilip sevilen bir kimse (murad) olursun.
Sende, zâtını/kendini görme düşüncesi yok olunca, kendine ait bir sıfat kalmayınca ve devamlı Cenâb-ı Hak ile beraberlik (beka hali) gerçekleştiği için "nefsimden fâni oldum" duygusunu da tamamen silip atınca sana özel dostluk ve ilâhî yakınlık elbisesi giydirilir; yüce Allah'ın hadîs-i kudsîde, "Benimle işitir, benimle görür"7 buyurduğu sıfata sahip olursun. Artık yüce Allah senin dostun ve her işinde vekilin olur. Bu hal içinde sen konuşursan hep O'nun zikrini yaparsın; gördüğün her şeyde O'nun nurlarını görürsün; bir hareket ettiğinde O'nun verdiği özel bir kudretle hareket edersin; bir şeyi tuttuğunda O'nun kudretiyle tutarsın. O hal içinde ikilik gider, ayrılık ortadan kalkar.
Bu halde ayağın sabit olur ve manevî sarhoşluk hali sırrında yerleşirse, sen hep: "O" dersin. Eğer manevî vecd ve zevk hali sana galip gelir ve seni temkin halinden çıkarırsa, o zaman da "sen" dersin.
7   Buhârî, "Rikâk," 38; ibn Mâce, "Fiten," 16; Begavî, Şerhu's-Sün-ne, I, 142.
hekimhan
Sen birinci durumda, halinde sabit ve dengedesin, temkin sahibisin; ikinci durumda ise halden hale geçmektesin. Artık bundan öte, kelime ile işaret edilecek şeyleri anlamak müşkildir, zordur.


DİNİN TEMEL RÜKÜNLERİ/FARZLARI
Şunu bil ki, kısa olmakla birlikte kelime-i şehâdeti oluşturan iki söz, Allahu Teâlâ'nın zâtını, sıfatlarını, fiillerini ve Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu ifade etmektedir. İmanın temeli bu dört esas üzerine kuruludur:
Birinci esas; Allahu Teâlâ'nın zâtını tanımaktır. Bunun temeli şu on asıl üzere kuruludur. Bunlar, Allahu Teâlâ hakkında şunları bilmektir:
Allahu Teâlâ vardır, mevcuttur.
O'nun varlığı ezeli ve ebedidir/ varlığı için bir başlangıç ve bitiş zamanı yoktur; varlığı zamana bağlı değildir.
O, bir cevher, cisim ve araz değildir. O'nun için hiçbir yön tayin edilemez. O, bir mekana yerleşmiş değildir. O, her şeyi görür.
O, tektir (misli, benzeri, dengi, eşi, çocuğu, yardımcısı yoktur).
İkinci esas; Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını bilmektir. Bu
da on esas üzere kuruludur. Bunlar, Allahu Teâlâ hakkında şunları bilmektir:
Allahu Teâlâ, haydır (diridir, hayat sahibidir).
O, bilendir (her şeyi bilir).
O, kadirdir (her şeye gücü yeter).
O, irade sahibidir (her var olan ve var olacak olan şeyi önce O diler).
O, her şeyi işitir.
O, her şeyi görür.
O, konuşur.
O, neyi haber veriyorsa sözü doğrudur.
O, herhangi bir varlığın içine girmekten yüce ve uzaktır.
O'nun sıfatları da zâtı gibi ezelîdir (sonradan yaratılmış değildir).
Üçüncü esas; Allahu Teâlâ'nın fiillerini (işlerini) bilmektir. Bunun da esası şu on şeyi bilmektir.
Kulların bütün fiilleri Allahu Teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelir. Bu fiiller, irade edilmesi yönüyle Allah'a aittir; yapma yönüyle de kullara aittir.
Allahu Teâlâ, yarattıklarını farklı derecelerde yaratır ve dilediklerini diğerlerinden üstün kılar.
O, kullarına güçlerinin üstünde yük yükleme hakkına sahiptir/ancak rahmetiyle yüklememiştir.
İMAM GAZÂLÎ
O, hiç kusuru olmayan kimseye azap etme hakkına sahiptir/ancak azabını inkâr ve isyan edenlere hazırlamıştır.
Allahu Teâlâ'nın kulların maslahat ve menfaatlerine en uygun olanı yapma yükümlüğü yoktur/ancak o ne yaparsa kullarının iyiliğinedir.
O'na hiçbir şeyi yapmak vacip değildir; ancak O, peygamberleri ve kitapları aracılığı ile neyi yapacağını söy-lemişse, onları yapar.
Allahu Teâlâ'nın kullara peygamberler göndermesi caizdir; vacip değildir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v) gönderilmesi sabittir, haktır; mucizeler ile desteklenmiştir.
Dördüncü esas; sem'iyyâta inanmaktır.8 Bunlar da şu on şeyin varlığını tasdik etmektir: Öldükten sonra dirilmek, hesap için toplanmak, kabir azabı, Münker ve Nekir meleklerinin suali, mizan (amellerin tartılması), sırat, cennet ve cehennemin yaratılmış olması ve imametle ilgili hükümler.
8   Sem'iyyât, ancak Allah ve Resûlü'nden işitilerek bilenecek şeylerdir. 



EDEP
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Beni rabbim terbiye etti ve edebimi ne güzel yaptı. '9
Edep, kulun zahirinin ve bâtınının yani dışının ve içinin terbiye ile güzelleştirilmesidir. Kulun zahiri ve bâtını güzelleşince edepli bir sûfî olur.
Kim, sünnetin edebine sarılırsa, Allahu Teâlâ onun kalbini marifet nuruyla nurlandırır. Allah'ın Habibi Hz. Muhammed'e (s.a.v), emirlerine, fiillerine ve ahlâkına uymaktan, bir de söz, fiil, inanç ve niyet olarak onun edepleriyle edepienmekten daha şerefli bir makam yoktur.
Kul ile yüce Allah arasındaki işler genelde üç alanda gerçekleşir. Bunlar yardım isteme, gayret ve edeptir. Yardım istemek kuldan; tövbesine yardım etmek ise yüce Allah'tandır. Gayret kuldan, başarıya ulaştırmak Allah'tandır. Edep kuldan, ikram ve ihsanlar Allah'tandır.
9 Süyûtî, el-Câmiu's-Sagir, nr. 310. Hadisi, Sem'ânî, Edebü'l-lmlâ adiı eserinde, İbn Mes'ûd'dan rivayet etmiştir. Bk. Sehâvî, el-Ma-kâsıd, s. 45; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, nr. 164; M. Nâsırûddin el-Elbâ-nî, Daîfe, nr. 72.

Kim, salihlerin edebiyle edeplenirse, o keramete ve ilâhî ihsanlara kavuşur. Kim evliyanın edebiyle edeplenirse, o, ilâhî yakınlığa alınır. Kim, sıddıkların edebiyle edeplenirse, o, müşahedeye ulaştırılır. Kim, peygamberlerin edebiyle edeplenirse, ona, ünsiyet/özel muhabbet ve dostluk nimeti bahşedilir. Kim, edepten mahrum olursa, bütün bu hayırlardan mahrum kalır.
Meşâyihin/kâmil mürşidlerin emirlerine uymayan ve edeplerine razı olmayan kimse, tek başına Kur'an ve sünnet ile gerçek edebi elde edemez.
Terbiye yolunun başındaki kimselere gereken edebi koruyamayan kimse, nasıl olur da terbiyenin sonuna gelmiş yüksek makam sahibi velîlerin makamlarına ulaştığını iddia edebilir?
Yüce Allah'ı tanımayan kimse, O'na yönelmez. O'nun emir ve yasaklarına dikkat etmeyen kimse, edepten çok uzaktadır.
Yüce Allah'a hizmet ve kulluğun edebi; kul ne kadar çok amel de yapsa, kendisini o amele sevkeden yüce rabbine nazar edip bütün yaptıklarını hiç görmektir.
Kul, yaptığı taatiyle cennete girer; edebiyle yüce Allah'a erer.
Tevhid, imanı gerekli kılar; imanı olmayan kimsenin tevhid inancı yoktur, iman da dine uymayı gerekli kılar; dine uymayan kimsenin gerçek bir imanı ve tevhid inancı yoktur. Din de edebi gerekli kılar; edebi olmayan kimsenin gerçek mânada bir dini, imanı ve tevhid inancı yoktur.                                      
Edebi terketmek, kovulmayı gerektirir; kim huzurda edebini bozarsa, kapıya kovulur; kim kapıda edebini bozarsa, ahıra hayvanların hizmetine gönderilir.
Edeplerin en güzeli, dinde fakih olmak (dini güzelce öğrenmek), dünyadan gönlünü çekmek ve yüce Allah'ın senin üzerindeki hakkını bilmektir. Arif, yüce Rabbine karşı edebini terkederse, helak olanlarla birlikte helak olur.
Şöyle denilmiştir: "Üç şey var ki, onları yapan kimse garip ve yalnız kalmaz. Bunlar, dinde şüphe edenlerden uzaklaşmak, güzel edebi korumak ve kimseye eziyet yapmamaktır."
Din ehlinin en çok üzerinde durduğu edepler; nefislerini güzel ahlâkla süslemek, azalarıyla ilgili edepleri yerine getirmek, helâl-haram sınırlarına dikkat etmek ve kötü arzularını terketmektir.
Seçilmiş velîlerin daha çok üzerinde durduğu edepler ise; kalplerini temizlemek, sırlarının hal ve yönelişlerine dikkat etmek, sözlerini yerine getirmek, içinde bulunduğu vaktin hakkını korumak, vaktin gereğini yapmak, kalbe gelen boş düşüncelere fazla iltifat etmemek, yüce Allah'tan bir şey talep ettikleri ve ilâhî huzurda bulundukları zaman güzel edep içinde olmaktır.
Kim, nefsini edeple ezip terbiye ederse, o, yüce Allah'a ihlâsla kulluk yapar. Denilmiştir ki, ihlâs; Allahu Te-âlâ'yı seksiz şüphesiz bir şekilde tanımaktır.
Şöyle denilmiştir: Allahu Teâlâ buyurur ki: "Kim, isim ve sıfatlarıma imanla birlikte kulluğa sarılırsa, onu edeplendiririm.
Kim, zâtımın hakikatini açığa vurmak isterse, ona kızarım. Artık sen bunlardan hangisini istersen onu seç!"
Kim, içinde bulunduğu vaktin edebini muhafaza etmezse; vakit onun için bir kınanma ve azap sebebi olur.
Bir mürid/hak yolcusu, edebi terkederse, geldiği yere geri döner.
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm'ın (rah) şöyle dediği nakledilir: "Mekke'de bulunduğum sıralarda çoğu kez Kabe'nin hizasında otururdum. Bazan da, ayaklarımı uzatmış halde sırt üstü yatar, dinlenirdim. Bir gün bu halde uzanmış yatarken kadın velîlerden Mekkeli Âişe yanıma geldi; beni o halde görünce, 'Ey Ebû Ubeyd! Senin ilim ehli bir zât olduğunu söylüyorlar; bir söz de benden al: Yüce rabbinin huzurunda edeple otur; yoksa ismin Allah'a yakın velîler defterinden silinir!' diye uyardı. Bu kadın, Hak dostu ariflerdendi."
Ariflerden biri der ki: "Zahiren ve bâtınen/dışın ve içinle edebe sarıl. Zahirdeki edebi zayi eden kimse, zahiren cezalandırılır; iç alemindeki edebi zayi edin kimse ise, bâtınen/iç âleminde cezalandırılır."
Edep, kuvvede ve yaratılışta olan bir şeyi fiiliyata çıkarmaktır. Yaratılışı ve tabiatı güzel olan kimselerde, hak olan güzel işler meydana çıkar. İnsanın tabiatının şekillenmesi, Cenâb-ı Hakk'ın işidir; onun yaratılmasında insanın bir kuvveti yoktur. Bu durum, çakmak taşında ateşin bulunmasına benzer. Çakmak taşında ateşin bulunması yüce Allah'ın işidir; onun meydana çıkarılması ise insanın işidir.
Edepler de böyledir; onun kaynağı güzel tabiatlar ve kula verilen ilâhî ihsanlardır.
Ailahu Teâlâ, sûfîlerin iç âlemlerini olgun ve olgunluğa erecek şekilde hazırlamıştır. Onlar güzel terbiye ve riyazet yolları ile Ailahu Teâlâ'nın nefislerinde yerleştirdiği kabiliyetleri ortaya çıkarırlar; böylece edepli ve güzel ahlâklı kimseler olurlar.

Bütün edepler Resûlullah Efendimiz'den (s.a.v) alınıp öğrenilir; çünkü o, zahirî ve batınî bütün edeplerin kaynağıdır. Ailahu Teâlâ' onun Mi'rac'da ilâhî huzurdaki güzel edebini şu âyetiyle haber vermektedir:
"(Huzurumuzda) onun gözü (başka şeylere) kaymadı, haddi de aşmadı."*0
Bu, sadece Resûlullah Efendimize (s.a.v) nasip edilmiş çok ince bir edeptir. Bu âyetle Ailahu Teâlâ Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) mübarek kalbinin (Hakk'a) yönelme ve (Hakk'ın dışındaki şeylerden) yüz çevirme halindeki itidal ve dengesini haber vermektedir.
Resûlullah Efendimiz (s.a.v), yüce Allah'tan gayri şeylerden yüz çevirerek, tamamen yüce Mevlâya yönelmiş, bütünüyle yerleri, dünyanın zevk ve nimetlerini, semaları, âhiretin zevk ve nimetlerini geride bırakmış; yüz çevirdiği bu şeylere dönüp bakmamış, onları terkedip elinden kaçırmasından dolayı kendisinde hiçbir üzüntü hali de meydana gelmemiştir. Ailahu Teâlâ bu güzel hali Kur'an'da şöyle ifade buyurmuştur:
"Elinizden gidene üzülmeyesiniz ve Allah'ın size ver-dikleriyle sevinmeyesiniz diye her şey ilâhî bir ölçüyle takdir edildi.
Bu ayet, bütün müminlere hitap etmektedir; hüküm herkes için geçerlidir.
"Onun gözü (başka şeylere) kaymadı" ayeti ise, bu umumi hitabın ötesinde, özel olarak Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) halini haber vermektedir.
"Onun gözü (başka şeylere) kaymadı" ifadesi, Efendimizin (s.a.v) iki güzel halini bize bildirmektedir. Bunlardan birisi, Yüce Allah'tan gayri her şeyden yüz çevirmesi; diğeri de sadece O'na yönelmesidir.
Hz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v), "Kabe Kevseyn" makamında kendisine gelen manevî varidat ve ihsanları almış, sonra da Ailahu Teâlâ'nın azamet ve celâli karşısında haya ederek, edeple gözlerini öne eğmiş; bunca ihsan ve iltifatlar karşısında taşkınlık yapıp haddi aşmasın diye nefsini tam bir zillet ve fakirlik haline bürümüştür. Gerçekten, kendisini zenginlik ve bolluk içinde görünce taşkınlık etmek nefsin bir sıfatıdır. Ailahu Teâlâ nefsin bu sıfatı hakkında şöyle buyurmuştur:
"Doğrusu insan kendini yeterli ve zengin görmekle azgınlık edip haddi aşar."*2
11   el-Hadîd 57/23.
12  el-Alak 96/6-7.

Ayrıca nefis, ilâhî ihsanların ruh ve kalbe gelişi anında, onları gizlice dinlemek ve o arada kendi hesabına bazı şeyler çalmak ister. İlahî lütuflardan azıcık bir şey elde edince de, kendisini yeterli görüp haddi aşar. Haddi aşması onu, ileri derecede rahatlık ve serbestliğe götürür; halbuki bu hal, ilâhî lütufların daha fazla gelmesini engeller. Bu durumda nefsin haddini aşması, kabının darlığından dolayı, gelen feyzi ve verilen ihsanları taşı-yamamasındandır.
Hz. Musa'da (a.s), yukarıda "Onun gözü (başka şeylere) kaymadı"ayetinde anlatılan durumun bir yönü gerçekleşmiştir.
Hz. Mûsâ (a.s), ilâhî huzurda bulunduğu anda güzel edebinden dolayı terk edip geride bıraktığı şeylere iltifat etmedi, onlara karşı bir üzüntü duymadı; fakat kalbi ve ruhu ilâhî ihsanlarla dolunca, nefsi gelen varidata gizlice kulak verip kendisi için alabileceği manevî paya ve nasibe göz dikti. O andaki manevî ihsanlardan payını alınca; kendisini müstağni/zengin ve yeterli gördü. Gelen varidat onu tamamen doldurup kapasitesini aşınca, aşırı sevinçten haddini aşarak,
"Rabbim! Cemâlini göster de bakayım!" dedi; fakat bu talebi kabul edilmedi ve daha fazla manevî şeyleri elde etmeye sabır ve sebat gösteremedi. Böylece Allah'ın habibi/sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.v) ile Allah'ın Kelimi/özel kelâm ettiği Hz. Mûsâ (a.s) arasındaki fark ortaya çıkmış oldu.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî demiştir ki: "Resûlullah (s.a.v), ilâhî huzurda nefsinin gördüğüne ve müşahede ettiğine dönüp bakmadı; çünkü o, bütün varlığı ile yüce rabbini müşahedeye yönelmişti; o makamda kendisine tecelli eden ilâhî sıfatlardan zuhur eden şeyleri müşahede ediyordu."
Bu sözü iyi düşünen bir kimse, bizim açıkladığımız şeylerle Sehl'in sözünün birbirine uygunluk arzettiğini görür.
En iyisini yüce Allah bilir.

SÜLÜK VE TASAVVUF
Bil ki, tasavvuf dilinde sülük; insanın ahlâklarını, işlerini ve ilimlerini güzelleştirmektir, ilk durumunda kul bütün bunların içinde Rabbinden gafildir; ancak O'na vâsıl olmak için devamlı iç âleminin temizliği ile meşgul olur.
Bir Hak yolcusunun sülûkünü (Hakk'a gidişini) bozan şeyler iki tanedir. Bunlar; ilâhî emirlerde tevillere dalıp ruhsatların peşine düşmek; diğeri de kötü arzularına uyan bozuk kimselere uymaktır.
Kim, içinde bulunduğu vaktin hükmünü (amel ve edebini) zayi ederse, o cahildir. Kim, içinde bulunduğu vaktin amelinde kusurlu davranırsa, o gafildir. Kim o vakitteki işi ihmal ederse, o âcizdir.
Bir müridin kalbindeki bütün düşüncesi Allah ve Resulü olmadıkça, mürid gündüzlerini oruçlu geçirip dilini sükûta alıştırmadıkça, Hak yolundaki iradesi sahih ve samimi değildir. Çünkü çok yemek, çok konuşmak ve çok uyumak kalbi katılaştırır. Ayrıca Hak yolcusunun sırtı çokça rükû halinde, alnı secdede, gözleri yaşlı ve
39
günaha kapalı, kalbi hüzün içinde ve dili sürekli zikir halinde olmalıdır.
Kısaca, Hak yolcusunun her âzası, devamlı Allah ve Resûlü'nün teşvik ettiği bir işle meşgul olmalı; onların yapılmasını hoş görmediği işleri terketmelidir. Hak adamı, vera'a sarılıp haram ve şüpheli şeylerden el çekmeli, kötü arzuların terk etmeli, devamlı Allahu Teâlâ'nın lutfundan kendisine ihsan ettiği hayırlı şeyleri gözetmelidir.
Hak yolcusu yaptıklarını sevap için değil, Allah'ın rızâsını elde etmek için yapmaya gayret etmelidir. Yaptığı her işi, bir âdet ve alışkanlık olarak değil, ibadet olarak yapmalıdır.
Kim, iş ve ibadetinde, onu kim için yaptığına bakarsa; amelini ve nefisini görmez; boş arzularını terkeder.
Şu halde, hak yolundaki niyet ve iradenin sahih olması için, nefsin boş tercihini terketmek ve ilâhî takdirin tecellisi karşısında sükûnete bürünmek gerekir.
Bu konudaki bir şiirde şöyle denmiştir:
Ben ona ulaşmak istiyorum, o ise benden ayrı
kalmayı; Ben de uydum onun arzusuna, terkettim bir
tercih yapmayı.         ¦¦;.. ¦
Yüce Allah'ın hükmüne uyup halktan fâni ol (hepsini gönlünden sil); Allah'ın emirine uyarak nefsinden fâni ol; Allah'ın fiiline tabi olarak kendi iradenden fâni ol; işte o
40
zaman Allah'ın ilmini alacak bir kap durumuna gelmeye ehil olursun.
Halkı gönülden silmenin alâmeti; onlardan tamamen kesilmen, bir ihtiyacın için onlara sık sık müracaatı ter-ketmen ve ellerindeki dünyalık şeylerden ümidini kes-mendir.
Kendinden ve kötü arzularından fâni olmanın alâmeti; bir şey kazanma çabasını terketmek, bir fayda elde etmek veya bir zararı def etmek için sebeplere tutunmayı bir kenara bırakmaktır.
Bu hali elde ettiğin zaman, kendi aklınla kendin için bir harekete girmezsin; sahip olduğun şeylere bakıp kendine itimat etmezsin; kendini savunmaya geçmezsin ve kendine bir zarar vermeye kalkmazsın. Bütün bunları, senin işlerini ilk olarak görüp gözeten yüce rabbine havale edersin; bundan sonra da her işini O'nun görmesini istersin. O senin bütün işlerini anne rahminde ve süt emme döneminde nasıl görüp gözetti ise; bundan sonra da görüp gözetir; yeter ki sen O'na güven ve işlerini teslim et.
Allah'ın fiiline razı olup kendi iradenden fâni olmanın alâmeti; kendi başına hiçbir şeyi murad etmemendir; çünkü bu durumda sen yüce Allah'ın iradesinden başka bir iradeye sahip olmazsın. O sende istediği gibi fiilini icra eder; sen de bu fiiller ve tecelliler karşısında azaların sakin, kalbin huzur içinde, gönlün rahat, yüzün güleç, iç âleminin tadını bozmadan teslimiyet gösterirsin. İlâhî kudret seni istediği gibi evirip çevirir; senin üzerinde ezelde verilen hüküm icra edilir, sana mülkün sahibi ilim
İMAM  GAZÂLÎ
41
ve hikmet öğretir, sana nurdan elbiseler giydirir ve böylece seni geçmişteki ilim sahibi dostlarının makamına çıkarır.

Hak yolcusuna, maddî ve manevî düşmanlarına üstün gelebilmesi için uzlete (yalnızlığa ve halktan uzak kalmaya) sarılması gerekir.
Uzlet iki çeşittir; biri farz, diğeri fazilettir.
Farz olan uzlet, kötü işlerden ve kötülüğe bulaşmış insanlardan uzaklaşmaktır.
Fazilet olan uzlet ise; boş işlerden ve boş işlerle uğraşan kimselerden uzaklaşmaktır.
Şöyle de denilmiştir: Halvet, uzletten ayrı bir şeydir. Halvet, yabancılardan ayrı kalmaktır; uzlet ise, nefisten ve nefsin davet ettiği Allah'tan uzaklaştıran şeylerden uzaklaşmaktır.
Denilmiştir ki: "Selâmet on parçadır; dokuzu susmakta, biri de halktan ayrı kalkmaktadır."
Yine şöyle denilmiştir: "Hikmet13 on parçadır; dokuzu insanın kendisini ilgilendirmeyen konularda sükût etmesinde; kalan biri de insanlardan uzak kalmasındadır."
Konuştuklarına pişman olan çoktur; sükût ettiğine pişman olan ise yok denecek kadar azdır.
13 Hikmet, Allah tarafından verilen özel ilim, hayır, güzel davranış, doğru karar, faydalı iş, isabetli görüş mânalarına gelir.
 42
Denilmiştir ki: "Halvet (insanlardan ayrılmak) asıl bir iştir; insanlara karışmak ise, gerektiğinde yapılacak arızî bir durumdur. İnsan, asıl olana sarılmalı; halkın arasına da ihtiyaç kadar karışmalıdır. Halkın içine karıştığında da sükûta sarılmalıdır; çünkü asıl yapılacak olan odur."
Bir şairin dediği gibi, yaşadığın zamanda bir kimse sana safa ve huzur kazandırıyorsa; o kimse yüce Allah tarafından sevilen bir kuldur; ona yanaş. Ancak böyle birisini nerede bulacaksın!
Denilmiştir ki, halvet, kalp ile olur. Bu halveti gerçekleştiren kul, bütün varlığı ile Allahu Teâlâ'ya yönelir, kalbi O'na bağlanır, O'nun sevgisiyle kendisinden geçer, gönlü O'na akar; sanki O'nun huzurunda gibi olur.
Denilmiştir ki, Hak yolcusunun ilk işi, bütün gücünü kullanarak dili ve kalbiyle çokça zikretmesidir. Öyle ki, zikir bütün vücut azalarına ve damarlarına yayılır; sonra zikir kalbine intikal eder. O zaman dili sükût eder, kalbi, gizlice Allah Allah demeye devam eder. Kalp bu zikri yaparken devamlı rabbine yönelir, yaptığı zikri görmez.
Sonra kalbi de sakinleşir, artık bundan sonra kalp yüce Allah'ın sevgisi içinde tamamen kaybolur, O'na bağlanır, O'na yönelir, hep O'nu müşahede eder bir halde asıl aradığı rabbinin düşüncesiyle meşgul olur.
Sonra kalp, rabbinin müşahedesiyle kendisini hatırlamaz olur; sonra bütünüyle rabbine yönelip kendisinden hepten kaybolur. Bu durumdaki bir kul, sanki ilâhî huzurda,
43
"Bu gün mülk kimindir? Tek ve her şeye hükmü geçen Allah'a aittir" u ayetini duyar gibi olur.
O zaman Cenâb-ı Hak, kalbe tecelli eder; bu tecelli anında kalp ızdıraba düşer, dehşete kapılır, üzerinde manevî sarhoşluk, huzur, heybet ve tâ'zim (yüceltme) hali hâkim olur. Artık kalpte tek aradığı yüce mevlasın-dan başka hiçbir varlığa yer kalmaz.
Bu konuda şöyle denilmiştir: "İlâhî huzurda kabul gören âşıkların açıkça müşahede ettikleri dosttan başka hiç kimseye bir haceti yoktur."
Allahu Teâlâ'nın, "Şahit olana ve şahit olunana yemin olsun /o..."15 âyetinin tefsirinde şöyle denilmiştir:
Bu ayette bahsedilen şahit Allah'tır; sahid olunan (müşahede edilen) ise, O'nun hiçbir varlığa muhtaç olmayan zâtının cemâlinin aksidir (tecellisidir). Bu durumda, şahit de meşhûd (şahit olunan) da O'dur.

Ey dostum! Gözlerini kapat ve bak; ne görüyorsun?
Eğer hiçbir şey görmüyorum diyorsan, bu bir hatadır. Aslında görüyorsun; fakat vücudunun zulmeti (karanlığı) sana basiretinden daha yakın olduğu için basiret gözünü bulup kullanamıyorsun. Eğer basiret gözünü bulmak ve gözlerini kapattığın halde önünü görmek istiyorsan; vücudundan bir şeyleri noksanlaştır yahut ondan
WP
14  el-Mü'min/16.
15  el-Buruc 85/3.
44
biraz uzaklaş. Ondan bir şeyi noksanlaştırman veya az da olsa ondan uzaklaşman mücahededir.
Mücahede, Allah'tan gayri şeyleri vücuttan defetmek yahut onları öldürmek için bütün gayreti ortaya koymaktır. Allah'tan gayri şeyler vücut, nefis ve şeytandır. Bu gayretin sonuç vermesinin bazı yolları vardır:
1-Zamanla gıdayı azaltmak. Vücudun, nefsin ve şeytanın kuvveti gıdadan olmaktadır. Gıda azalınca, onların etkisi de azalır.
2-Kendi (tercih) seçimini terkedip onu güvenilir bir mürşidin tercihinde fâni etmektir. Bunu, mürşidin kendisi için en uygun olanı tercih etmesi için yapmalıdır. Gerçekten, terbiye yolunun başındaki Hak yolcusu, büyük adamların ulaştığı yaşa ve başa ulaşmayan küçük çocuk gibidir; yahut o malını saçıp savuran dengesiz kimse gibidir. Böyle olanların başına, işlerini sevk ve idare edecek bir sorumlu, velî, hakîm yahut sultan gereklidir.
3- Cüneyd-i Bağdâdî'nin (k.s) yolundan gitmektir ki, o yolun da sekiz şartı vardır:
1-  Devamlı abdestli bulunmak.
2- Devamlı oruç tutmak.
3- Devamlı halvette olmak.
4-  Devamlı "lâ ilahe illallah" zikrini yapmak.
5-   Devamlı kalbini mürşidine bağlamak. İşlerinde kendi akıl ve tasarrufunu bir kenara bırakıp mürşidinin tasarrufuna tâbi olarak meydana gelen olaylarda onun ilminden istifade etmek.
45
6-  Devamlı kalbe gelen boş düşünce ve vesveseleri kalpten silip atmak.
7- Fayda olsun zarar olsun Allah'a karşı her şeyde itirazı terketmek.
8-  Allahu Teâlâ'dan cenneti yahut ateşten korunma gibi şeyleri istemeyi terkedip devamlı O'nun rızâsına yönelmek.
Müşahede makamında vücut, nefis ve şeytanın durumu arasında fark vardır.
Vücut, ilk halinde koyu bir karanlık içindedir; biraz temizlenince önünde siyah bir bulut şeklini alır. Vücut, şeytanın tahtı ve tasarrufu altında olunca, kırmızı olur. Vücut, ıslah edilip şeytanın etkileri yok edilince ve üzerindeki haklar korununca temizlenir, yağmur bulutu gibi beyaz olur.
Nefis ortaya çıktığında rengi göğün rengi gibi mavidir. Nefsin, suyun kaynağından çıkan göze gibi kaynayan kanalı vardır. Nefis şeytanın tahtı ve hâkimiyeti altında olunca, sanki bir karanlık ve ateş kaynağı olur; o zaman hayır için hareketi çok aza iner; çünkü şeytanda hiçbir hayır yoktur.
Nefsin vücuda bir şeyler akıtması ve terbiyesi ona bağlıdır. Nefis manevî kirlerden arınıp temizlenince, üzerine hayır akar ve ondan hayır çıkar. Eğer nefse kötülük akarsa, bu defa kendisinden şer ve kötü işler çıkar.
Şeytan, safi olmayan bir ateştir; büyük bir şekilde küfür zulmetleriyle karışmıştır. Bazan senin önünde uzun
46
boylu, heybetli bir zenci şeklini alır; sanki senin kalbine girmeye çalışan biri görünümdedir. Eğer ondan kurtulmak istiyorsan; kalbinin içinde: "Ey darda kalıp yardım isteyenlere yardım eden Allahım! bize yardım et!" diye söyle; o senden kaçar.

Bir sûfî şu sıfatlara sahiptir:
Fakirlik onun ziyneti, sabır süsü, ilâhî takdire rızâ bineği, tevekkül ahlâkıdır.
Allahu Teâlâ tek olarak ona yeter.
Sûfînin azaları devamlı itaat halindedir.
Sûfî, kalpten şehvet ve kötü arzuları temizlemiştir.
Sûfî, gönlünü dünyadan çeker; nefse ait bütün keyif ve hazlardan çekinir.
Dünyaya bir rağbeti yoktur; eğer dünyadan bir şey alacaksa, yeterli miktardan ötesine geçmez.
Sûfînin kalbi, günah kirlerinden temizdir; Rabbinin muhabbetiyle kendinden geçmiştir; sırrı ile devamlı Allahu Teâlâ'ya koşar.
Her şey ona sığınır; onunla ünsiyet ve muhabbet eder; o ise kalbiyle hiç kimseye yakın olmaz, hiçbir şeye güvenmez.
Yüce Mâbud'undan başka hiçbir şeyle ünsiyet kurup muhabbet etmez.
47
Sûfî, dinî yaşantısında, en evlâ, en mühim ve en ih-| tiyatlı olanla amel eder.
Sûfî, Allahu Teâlâ'yı her şeye tercih eder.

Tasavvuf, nefsi kulluk alanında koşturmak ve kalbi yüce rabbe bağlamaktır.
Denilmiştir ki, tasavvuf, halktan ihtiyaçları gizlemek ve sıkıntılara göğüs germektir.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (rah) demiştir ki: "Sûfî, bozuk düşünce ve işlerden temiz, içi güzel fikirle dolu, gözünde altın ile toprağın eşit olduğu kimsedir."
Şöyle de denilmiştir: "Tasavvuf, kalbi halk ile beraber olma arzusundan temizlemek, tabiattan gelen kötü ahlâkları terketmek, beşerî sıfatların zararlı etkilerini söndürmek, nefse ait boş dava ve iddialardan uzak durmak, ruhanî sıfatlarla elde edilecek yüksek makamlara yükselmek, hakikat ilimlerine sarılmak ve dinde Hz. Resû-lullah'a (s.a.v) uymaktır."
Bir diğer tarif: "Sûfî, devamlı temizlik ve arınma içindedir. O, kalbini nefsin bozuk düşünce ve ahlâklarından temizleme işiyle uğraşarak bütün vakitlerini kötü işlerden temizlenmekle geçirir. Devamlı yüce Rabbine boyun büküp ihtiyacını arzetmesi, kendisine bu işte yardımcı olur; bu hale devam etmenin bereketiyle bozuk ve kötü işlerini farkeder. Her ne zaman nefis harekete geçip herhangi bir kötü sıfatını ortaya çıkarınca, onu derin basireti ile anlar ve ondan rabbine kaçar, sığınır.
48
Demek ki sûfî, kalbini temizleme işine devam ettiği sürece kalbi Hak'ta toplanır; nefsin hareket etmesiyle kalp dağılır; hali karışır.
Sûfî, Rabbi ile kalbini ihya eder; kalbiyle de nefsinin işlerini kontrol ve ıslah eder.
Bir ayette Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Allah için hakkı ayakta tutan adaletli şahitler o/t/n."16
Bu, Allah için nefse karşı adaletli olmaktır; bunu yapan kimse tasavvufun hakikatine ulaşmış olur.

Tasavvuf terbiyesinin temel esasları, helâl yemek ve Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) ahlâkına, fiillerine, emirlerine ve sünnetine uymaktır.
Cüneyd-i Bağdadî (rah) der ki: "Kim, yeterince Kur'an'ı ezberlemez ve sünneti bilmezse, bu terbiye işinde kendisine uyulmaz; çünkü bizim bütün ilmimiz Kur'an ve sünnete bağlıdır. Bu yol, boş dava ve sözde kalan iddia ile değil, takvaya uyarak ve şüpheli işlerden kaçarak elde edilir."
Tasavvufun evveli ilim, ortası amel, sonu da ilâhî ihsanlardır. İlimle, kuldan ne istendiği anlaşılır; amel, insanın istediğine ulaşmasına yardımcı olur; manevî ihsanlara ise, en son noktada ulaşılır.
Manevî terbiye yoluna girenler üç gruptur:
49
16 ei-Mâide 5/8.
İşin başında olup bu terbiyeyi almak isteyene mürid denir.
İşin içine girip terbiyeye devam edene şâir (hak yolda giden kimse) denir.
İşin sonuna gelene de vâsıl (Hakka ulaşmış kimse) denir.
Mürid, içinde bulunduğu vaktin hakkını korumakla meşgul olur.
Terbiye yolunda ilerleyen, hal sahibidir.
Terbiyenin sonuna gelen kimse ise, yakînî iman ve ilim sahibidir.
Velîlerin yolunda en faziletli iş, nefeslerini sayacak kadar vaktini uyanık geçirmektir.
Müridlik makamında olan kimsenin yapacağı iş; nef-siyle bir sürü mücahede, bu uğurda pek çok zorluğa göğüs germek, acıları yudumlamak, boş heves ve arzularını terketmek ve nefsin meylettiği şeylere karşı dayanmaktır.
Manevî yolda seyreden kimseye gerekenler; muradını elde etme yolunda karşılaşacağı tehlikelere sabretmek, her halde doğru ve samimi olmaya dikkat etmek, bütün makamlarda edebi korumaktır. Bu durumda olan kimseden her makamda edep istenir. O, telvin sahibidir; yani devamlı bir halden diğerine geçer; sürekli ilerleme ve yükselme halindedir.
Terbiyede son noktaya gelen kimse ise, manen uyanıktır, halinde sabittir, Allahu Teâlâ'nın davet edip yapılmasını
50
istediği her şeye koşar, her emre uyar, makamları bir bir geçer, temkin halindedir; sıkıntılar onu değiştirmez, farklı haller onda aksi bir etki yapmaz.
O zorluk, rahatlık, darlık, bolluk, cefa ve vefa anlarında hep aynı güzel haldedir. Yemesi, açlığı gibi olur (yiyince karnını fazla doyurmaz), uykusu ise uyanıklığı gibi geçer (uyurken bile kalbi uyanıktır).
Bu makamdaki kimse bütün kötü arzuların yok edip, üzerine düşen hakları yerine getirmekle meşguldür. Onun zahiri (dışı) halkla, bâtını (içi) ise Cenâb-ı Hak'la beraberdir. Bütün bu anlattıklarımız, Hz. Resûlullah'ın (s.a.v) güzel hallerinden bazılarıdır.
Denilmiştir ki: Bu yola girenlere sûfî denmesinin sebebi şudur:
Onlar, himmet ve azimlerini çok yüksek tutarak kalpleriyle Allahu Teâlâ'ya yönetip sırlarıyla devamlı O'nun huzurunda ilk safta durdukları için kendilerine sûfî ismi verildi.

Melâmetî, hiçbir iyiliğini göstermeyen ve hiçbir kötü işini de gizlemeyen kimsedir. Bunun açıklaması şudur:
Melameti, damarlarına varana kadar bütün benliğiyle ihlâsı tatmış ve sıdkı (doğruluğu) elde etmiş kimsedir; bu durumda o, içinde bulunduğu hali ve amelleri hiç kimsenin bilmesini istemez.
51
Melâmîler'in, ihlasa sarılma konusunda ayrı ve özel bir yerleri vardır. Onlar, sahip oldukları hal ve amellerin gizlenmesi kanaatindedirler ve onları gizlemekten büyük tat alırlar.
Öyle ki, Melamiler, kötülük eden bir kimsenin kötü işlerinin açığa çıkmasından çekindiği gibi; güzel hallerinin ve hayırlı amellerinin bilinmesinden rahatsız olurlar. Çünkü melâmetî, ihlâsı gözünde çok büyütür, ona son derece önem verir, ona sarılır ve güvenir.
Sûfi ise, itilasında kaybolmuş kimsedir/ihlasını da görmez; o, sadece Hakk'a nazar eder.
Ebû Ya'kûb es-Sûsî (rah) demiştir ki: "Onlar, ihlasla-rındaki ihlâsı gördükleri zaman, o ihlasları da ayrı bir ih-lâsa muhtaç olmuştur."
Ariflerden biri demiştir ki: "Gerçek ihlâs, devamlı Cenâb-ı Hakk'a nazar ederek, halkı görmeyi unutmaktır. Melameti, halkı görüyor ki, amelini ve halini gizlemektedir."
Ca'fer el-Huldî (rah) anlatır: Cüneyd-i Bağdâdî'ye, "ihlâsla sıdk arasında bir fark var mıdır?" diye sordum. Hazret, "Evet, ikisi arasında fark vardır; sıdk işin temelidir ve ilk olarak o bulunur. İhlas ise sonradan meydana gelir ve sıdka tabidir" dedi ve şöyle devam etti:
"İhlâs, amele girdikten sonra meydana gelir. Kula lâzım olacak asıl şey ihlâstır. Sonra, İhlasın da halis ve temiz olması için ayrı bir işlem gerekir. Bundan sonra da kalbi ihlâsını görme düşüncesinden kurtarmak gelir."
52
Şu halde, ilk haliyle ihlâs, Melâmî'nin halidir. İhlâsı görmekten kurtulmak, sûfînin halidir.
Kalbi ihlâsı görmekten arındırmak ise, onun tamamıyla Allah'tan gayri şeylerden temizlenmesinin sonucudur. Bu durum, kulun kendisinin ancak yüce rabbinin kudretiyle ayakta durduğunu görüp kendi tedbir ve yöntemlerinden fâni olmasıdır. Bundan da öte, kendisini görmekten kurtulmasıdır. Bu, varlıkta hiçbir etki görmemek ve perdelenme zulmetinden kurtulmaktır.
Melâmetî, gerçek sûfînin halini elde edememiş kimsedir. Melâmetî, ihlâstan ayrılmaz, ancak o, İhlasın hakikatini araştırmaz, İhlasın iç yüzünü bilmez. İşte bu, sû-fî ile Melâmetî arasındaki en belirgin farktır.
Melameti, ihlasa sarılıp sıdk haline son derece dikkat etmekle birlikte, kendisinde halkı görme halinden bir parça mevcuttur. Aslında ihlas ve sıdkın elde edilmesinden sonra, bu tür şeyler güzel kabul edilebilecek şeyledir.
Sûfî ise, halk için amel etmek veya amelden çekinmek gibi hallerden kurtulmuş, onların fâni olduklarını ve yokluğa gittiklerini görerek bütün halkı terketmiş, kendisine tevhid nuru parlamış ve, "Allah'ın zâtından başka her şey yok olacaktır"17 âyetinin sırrını müşahede etmiştir.
Nitekim bazıları, kendilerinde ilâhî vecd hali galebe çaldığı zaman, "Dünya ve âhirette Allah'tan başkası yoktur" demişlerdir.
el-Kasas 28/88.
53
Melâmetî'nin halini başkalarından gizlemesi iki şekilde olur:                                                                           :
1-İhlâs ve sıdkın hakikatini elde ederek,
2-Hâlini başkasından gizleyerek. Bu, diğerinden daha güzeldir. Nitekim, sevgilisiyle baş başa kalan kimse, kendilerini başkasının gözetlemesinden rahatsız olur. Hele, bu âşık, muhabbetinde samimi olunca; başkalarının sevgilisini sevdiğini bilmesinden son derece rahatsız olur.
Her ne kadar bu hal, yüksek bir seviye ise de o, sû-fîlerin yolunda bir noksanlık ve hastalıktır. Şu halde Melâmetî, tasavvuf terbiyesiyle uğraşan kimseden ileri geçmiş, bu terbiyeyi almış sûfîden ise geri kalmış bir haldedir.
Melâmetî'ye göre zikir dört şekilde yapılır:
1-Dille zikir, 2-Kalple zikir, 3-Sırla zikir, 4-Ruhla zikir.
Ruhun zikri tam olarak gerçekleşince sır, kalp ve dilin zikri durur. Bu, müşahede makamındaki ariflerin yaptığı zikirdir.
Sırrın zikri gerçekleşince, kalp ve dilin zikirleri durur. Bu, heybet (Allah'ın yüceliği karşısında titreme) zikridir.
Kalbin zikri tam olarak gerçekleşince, dil zikirden geri durur. Bu, ilâhî ihsan ve nimetleri görmekle oluşan bir zikirdir. Kalp zikirden gafil olunca, dil zikre yönelir. Bu ise, âdet-usul yapılan bir zikirdir.
54
55
Onlara göre, bu zikirlerin her birinin kendisine ait bir âfeti vardır.
Ruhun zikrinin âfeti, sırrın onu farketmesidir. Sırrın zikrinin âfeti, kalbin onu farketmesidir.
Kalbin zikrinin âfeti, nefsin onu farketmesidir. Nefsin yaptığı zikrin âfeti, yaptığı zikri görmesi, onu gözünde büyütmesi, ondan bir sevap beklemesi yahut onunla yüksek makamlara ulaştığını zannetmesidir.
Melâmetilere göre insanların değeri en düşük olanı, yaptığı ameli insanlara göstermek isteyen ve onunla insanları kendisine yönelmeyi düşünendir.
İşin temeli olan bu zikirlerin sırrı şudur:
Ruhun zikri, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının zikridir.
Sırrın zikri, Melâmetîler'e göre, ilâhî sıfatların zikridir.
Kalbin zikri, ilâhî nimet, ihsan ve sıfatların tecellilerinin görülmesiyle oluşan bir zikirdir.
Nefsin zikri, birtakım sebeplere bağlı olup, çeşitli tehlikelerle yüzyüzedir.
Onlar, "sırrın ruha muttali olması"(onun yaptıklarını farketmesi) sözüyle, zât zikri anında fena halinin gerçekleştiğine işaret etmektedirler.
Bu zikir esnasında heybet zikrinin ve sıfatların zikrinin meydana gelmesi, heybet halinin varlığını gösterir.
Heybetin (ilâhî azamet karşısında korku ve titremenin) bulunması, henüz fena haline ulaşmamış bir vücu-
dun yahut onda bazı kalıntıların mevcut olduğunu gösterir ki bu, gerçek fena haline ters düşmektedir.
Aynı şekilde, "Sırrın zikri, heybetin varlığını gösterir; bu da sıfatların zikridir" sözü de, kurbiyet yani ilâhî yakınlık halini ifade etmektedir.
"Kalbin zikri, ilâhî nimet ve ihsanların zikridir" sözü de, zikir sahibinin nimet ile meşgul olup, onu verenden uzak kaldığını hatıra getirmektedir. Gerçekten nimeti görüp vereni görmemek bir tür uzaklık halidir.
Nefsin yaptığı amellerin karşılığına göz dikmesi, amelini hesaba katmaktır; bu ise hakikaten bir çeşit hastalıktır.
Bu anlattıklarımız, Melâmetîler'in kısımlarıdır; onlardan bazıları diğerlerinden daha üstün bir dereceye sahiptirler.
En iyisini yüce Allah bilir.


CENÂB-I HAKK'A ULAŞMANIN MÂNASI
Bil ki; yüce Allah'a vâsıl olmak (ulaşmak), Hakk'ın güzelliğinin kula açılması ve kulun onda kaybolmasıdır. Bu durumdaki kul, bilip tanıdığı neye baksa, ancak Allah'ı bilir ve tanır; düşüncesine baksa, kendisinin O'ndan başka bir derdinin olmadığını görür. Böylece, kulun bütün varlığı tamamen Cenâb-ı Hak ile meşgul olur; hep O'nu müşahede eder, devamlı O'nu düşünür, kendi nefsine hiç yönelmez. Zahirini ibadetle, bâtınını (içini) güzel ahlâkla süslemekle uğraşır, bütün bunlar manevî temizliktir ve kulun ilk yapacağı şeylerdir.
Terbiyesinde nihayete ulaşmış kula gelince, ona düşen bütünüyle nefsinden soyunup her şeyi ile Cenâb-ı Hakk'a yönelmesidir; böylece her şeyi ile ilâhî iradeye tâbi olduğu için kulun iradesi mevlanm iradesi gibi olur. İşte vüsûl (Allah'a kavuşma) budur. Bunu iyi anla!
Allah'a kavuşmanın mânası; kulun dünyada kalbiyle O'nu görüp müşahede etmesi, âhirette ise, baş gözüyle cemâlini görmesidir. Yoksa, Allah'a ulaşmanın mânası,
57
kulun zâtının yüce Allah'ın zâtı ile birleşmesi değildir. O'nun zâtı böyle bir durumdan yüce ve uzaktır.
Bir şair bu konuda şöyle der:
"Evim sevdiğimin evinden çok uzak olsa da, (gönlümle) bakışlarım hep ona ulaşmaktadır."
Şunu bil ki; sûfîlerin yolu, dört temel şey üzerine kuruludur. Bunlar, ictihad (gayret), sülük, seyr ve tayr (manen yükselme).
İctihad, İslâm'ın hakikatine ulaşmaktır.
Sülük yani manevî terbiye, imanın hakikatine ulaşmaktır.
Seyr yani Hakk'a yolculuk, ihsan halinin hakikatine ulaşmaktır.
Tayr yani manevî yükselme, kalbin ilâhî ihsan ve lu-tufla ihsan ve ikram sahibi yüce meliki tanımaya çekilmesidir.
İçtihadın sülük işindeki durumu, abdest işinde istin-canın/taharette su ile temizlenmenin durumu gibidir. Ta-r hareti ve temizliği güzel olmayanın abdesti tam olmaz. Aynı şekilde içtihadı, gayret ve ameli olmayan kimsenin de sülûkü (manevî terbiyede ilerlemesi) olmaz.
Seyr (Hakk'a yolculuk) halinde sülûkün durumu, namaz için abdestin durumu gibidir. Abdesti olmayanın namazı olmayacağı gibi, sülûkü olmayanın da seyri (Hakk'a ilerlemesi) olmaz.
Seyrden sonra tayr gelir ki o, Allah'a kavuşmaktır. Al-lahu Teâlâ en iyisini bilir.
58
Bunlar, Hakk'a gidenlerin yolları ve manevî seyir içinde olanların dereceleridir. Bundan sonra vuslat (Hakk'a kavuşma yolu) ve O'na ulaşanların dereceleri gelir ki, bu tayrdır (yükselme).
En iyisini Allah bilir.

Süfyân es-Sevrî (rah) demiştir ki: "İttisal, kalbin üzerindeki perdelerin açılıp beşerî sıfatların eriyip yok olduğu bir makamda sırrın Hakk'ı müşahede etmesidir.
Bil ki, meşâyih-i kiramın (büyük velîlerin) işaret ettikleri Hakk'a kavuşmanın ve O'na ulaşmanın izahı şudur:
Her kim, manen zevk ve vecd yoluyla safi yakîni (iman ve irfanı) elde ederse o, vuslat mertebelerinden bir mertebeye ulaşmıştır. Vuslata erenler de kendi aralarında derece derecedir.
Bazıları Allahu Teâlâ'yı fiiller yoluyla bulur; bu, ilâhî tecelliye ulaşmada bir yoldur. Bu kimse, her şeyde yüce Allah'ın fiilini gördüğü için, kendisinin ve başkasının fiili-/ ni yok hükmünde görür. Bu hal içinde o, kendi tedbir ve tercihinden çıkar (her işinde yüce Allah'ın tecellisine tâbi olur). Bu, vuslatta/Allah'a kavuşmada bir derecedir.
Bazıları, kalbine açılan celâl ve cemâl sıfatlarının tecellileri ile heybet ve üns makamında durdurulur. Bu, ilâhî sıfatlar yoluyla gelen bir tecellidir. O da vuslatta bir derecedir.                                                                        ;.
İMAM GAZAL
59
Bazıları, bâtınını (iç âlemini) yakîn ve müşahede nurları sarmış ve müşahede halinde kendi varlığını tamamen kaybetmiş olarak fena (Hak'ta yok olma) makamına yükselir. Bu, mukarrebun (Allah'a yakınlık makamındaki seçkin kullar) için zuhur eden zatî tecelliden bir kısımdır. Bu da vuslatta bir derecedir.
Bundan daha üstün olan, hakka'l-yakîn yani Cenâb-Hakk'ı gözle görür gibi tanıma ve müşahede etme de-|ecesidir. Bu makamda seçkin kullara dünyada birtakım nânevî parıltılar ve işaretler olur. Bu, müşahede nuru-ıun, arifin bütün varlığına sirayet etmesidir. Öyle ki, o nurdan arifin ruhu, kalbi, nefsi ve hatta kalıbı dahi payı-alır. Bu bahsedilen durum, vuslat (Hakk'a ulaşma) derecelerinin en yükseğidir.
Hakikat perdeleri açılıp sırlar ortaya çıkınca, kul şu-ıu bilir ve görür ki; bütün bu şerefli ve yüce hallerle birlikte o, daha birinci menzilde, yolun başındadır. Gerçek vuslat nerede? Heyhat! yüce Allah'a ulaşma yolları ebe-jî âhirette bile hiç bitmeyecektir. Artık şu kısa dünya haltında bu yolun bitmesi nasıl mümkün olur?
Yüce Allah en iyisini bilir.
60
61


TEVHİD VE MARİFETLE İLGİLİ KONULAR

Tevhid, ezelî olanı hadis (sonradan yaratılan varlıktan) ayrı tutmak; yaratılandan yüz çevirip ezelî olana yönelmektir. Öyle ki, başkası bir yana kendisini bile görmemektir.
Eğer kul, yüce Allah'ı birleme halinde, kendi nefsini veya başkasını görürse, yüce Allah'ı ezelî zâtı ve sırf kendisine hâs sıfatlarıyla birlemiş olmaz, aksine O'nun-la birlikte ikinci bir varlık kabul etmiş olur.
Sonradan yaratılan varlıklar şu sıfatlara sahiptirler: Birbirine benzerlik, denklik, birbiriyle bitişik veya ayrı olmak, birbirine yakınlık, karışıklık, girme, çıkma, değişme, yok olma, bir başka şekle dönme, bir yerden başka bir yere intikal...
Yüce Allah bütün bunlardan uzak ve yücedir. Onun zâtı için hiçbir noksanlıktan bahsedilemez. O, kemâl ve
cemâl sıfatlarıyla tektir; hiçbir varlıkta O'nun bu sıfatları yoktur. Hiçbir fikir O'nun sıfatlarını hayal ederek tarif edemez. O kendisini nasıl tanıtıyorsa biz O'nu öylece tanıtır ve iman ederiz.
Kelime ve ifadeler O'nun zâtını ve sıfatlarını anlatmaktan âciz kalır. Kelimelerle O'nu tanıtmak mümkün değildir.
O, his ve hayal ile idrak edilmekten ve başka varlıklara kıyas edilerek bilinmekten uzaktır.
Onun azamet nurlarını görmeye kimsenin gözü güç yetiremez.
Eğer, "O nerede?" dersen; sana, "Mekan O'nun ya-ratmasıyla var olmuştur" denir.
Şayet, "O, ne zaman var oldu?" dersen; sana, "Zaman O'nun icadıdır/zamanı O yaratıp ortaya koymuştur" denir.
Eğer, "O, nasıldır?" diye sorarsan; sana, "Birbirine benzeyen ve nasıl olduğu bilinen bütün varlıklar O'nun işidir" denir.
Şayet, O'nun miktarının ne kadar olduğunu sorarsan; sana, "Miktarı ve ölçüsü olan bütün varlıkları O ortaya koymuştur" denir.
Ezel ve ebedi bilen, hepsini ihata eden (ilmi ile kuşatan) O'dur.
Bütün kâinat ve varlıklar O'nun elinde ve hükmündedir.
62
Allahu Teâlâ'nın zâtı, akledilen, anlayışla bilinen, hissedilen ve kıyas ile tanınan bütün varlıklardan yücedir. Çünkü bütün bu sıfatta olan şeyler sonradan yaratılmış varlıklardır; yaratılan şeyleri tanımak ancak kendisi gibi bir varlık ile kıyas edilerek olur.
Yüce Allah'ın varlığını bilmek ve O'nu müşahede etmek için en güzel yol, kulun bundan âciz olduğunu bil-mesidir. O'nu tanımaktan aklın âciz olduğunu bilmek de bir ilim ve idraktir.
Her şeyi ile tekten olan bir zâtı ancak kendisi tanır. Onu birleyen bir kulun bu konuda vardığı en son nokta, yüce Allah'ı bilmenin değil, kulun kendi ilminin son noktasıdır.
Yüce Allah, kullar tarafından hakikatiyle bilinmekten yücedir, uludur. Kim, Allahu Teâlâ'yı en iyi ben bilirim diye iddia ederse, o kimse şeytanın tuzağına düşmüş ve aldanmış biridir. Yüce Allah, "O çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldattı..."18 âyetinde, bu tür bir aldanmaya işaret etmektedir.

Kulun ilk halinde elde edeceği tevhid, tefrikayı (varlıklarda görülen farklılığı) gözünden silmek ve hepsinin tek kaynaktan geldiğini görüp cem halinde yani birlik üzere kalmaktır.
18 el-Hadîd 57/14.
63
Nihayette (seyrü sülûkün sonunda) ise, tevhid ehlinin tefrika (varlıkları görme) halinde de aynu'l-cem (sadece varlığın sahibini görme) hali içinde kaybolması mümkündür. Yine aynü'l-cem (sadece varlığın sahibini görme) hali içinde de, Cenâb-ı Hakk'ı müşahede ederken, varlıkları görmesi de mümkündür. Öyle olur ki, bu iki hal birbirine mani olmaz. Arif, her şeyin sahibi olarak yüce mevlayı görürken, varlıklara verilen vücudu da seyreder. Bu durum, tevhid anlayışında kemâl noktasıdır. O, tevhid ehlinin zâtında devamlı bulunması gereken bir sıfattır.
Gerçek tevhid ehli, tevhid nurları kendisini sardığı zaman, varlık ve vücuda ait bütün şekillerin üzerindeki zulmet (karanlık, sis) perdesi ortadan kalkar, dağılır gider. Kulun tevhid ilminin nuru, elde ettiği halin nuru içinde gizlenir ve saklı olarak bulunur. Tıpkı, güneşin nuru (aydınlığı) içinde yıldızların gizli olarak bulunması gibi. Sabah olup ortalık aydınlanınca, güneş ışığının aydınlığı yıldızların ışığını içinde kaybeder.
Bu makamda muvahhidin (tevhide ulaşan kulun vücudu, aynü'l-cem (sadece varlığın sahibini görme) hali içinde tek olan yüce zâtın cemâlini müşahedesine dalar. Öyle ki yüce mevlanın zâtından ve O'nun sıfatlarından başka hiçbir şey görmez; tevhid denizinin dalgaları onu sarar ve arif o denizin içinde dalıp gider.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s) der ki: "Bunun mânası şudur: O durumda arifin gözünden bütün şekil ve resimler silinir; ilimler içinde gizlenir ve Allahu Teâlâ ezelî sıfatlarıyla müşahede edilir."
64
Şöyle denilmiştir: "Kim, tevhid denizine düşerse, onun sürekli susuzluğu artar (müşahede ettikleri onun hayretini artırır)."

Bil ki, tevhidin asılları içinde şu beş hususu kabul ve onlara iman etmek bütün mükelleflere gereklidir:
1- Allahu Teâlâ mevcuttur. Bu iman ile kul, ta'tîl yani yaratıcının sıfatlarım inkârdan kurtulmuş olur.
2- Allahu Teâlâ birdir. Bu iman ile kul, şirkten kurtulmuş olur.
3-  Allahu Teâlâ, cevher ve araz değildir; cevher ve arazın lâzımı olan hallerden de uzaktır. Bu iman ile kul, teşbihten (yüce Mevlâ'yı cisimlere benzetmekten) kurtulmuş olur.
4- Allahu Teâlâ, kendi zâtından başka bütün varlıkları kendi kudret ve dilemesi ile yoktan var etmiştir. Bu iman ile kul, her şeyin kendi başına bir sebep sonuç ilişkisi içinde meydana geldiğini söyleyen bozuk görüşten kurtulmuş olur.
5-    Allahu Teâlâ, yoktan var ettiği bütün varlıkları, kendisi sevk ve idare eder. Bu iman ile kul tabiatın, yıldızların ve meleklerin, kainatı kendi kendilerine sevk ve idare ettiğini söyleyen bozuk görüşten kurtulmuş olur.
Kısaca kulun "lâ ilahe iilallah (Allah'tan başka ilah yoktur)" sözü, bu beş şeyi içine almaktadır.
65

Müslümanlar Allahu Teâlâ'nın bütün kemâl sıfatlara sahip ve bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunda görüş birliği içindedir; fakat onlar bazı sıfatlarda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir kısmı bu sıfatların kemâl olduğuna inanıp onları Allah'a ait olarak saymış; diğer bir grup da bu sıfatların noksanlık ifade ettiğine inanıp onları yüce Allah'tan uzak tutmuştu. Bunu birkaç misalde görebiliriz.
Birinci örnek:
Mu'tezile şöyle demektedir: "İnsan, fiillerini kendisi yaratır. Çünkü eğer kulun fiillerini Allah yaratsaydı sonra da onları kula nisbet edip onun yaptığını söyleseydi, yahut kulun yapmadığını Allah yapıp onun ortaya koymadığı bir işten dolayı kendisine azap etseydi, ona zulmetmiş olurdu; zulüm ise bir noksanlıktır.
Bir işi Allah yapıp sonra o iş yüzünden başkasını ayıplayarak, "Bunu nasıl ve niçin yaptın?" demesi uygun mudur?
Bu konuda Ehl-i sünnet şöyle demektedir: "Allahu Teâlâ her şeyde tek olmasıyla kemâl sahibidir; O'nda her şeyde hükmü geçerli olan kudret sıfatının bulunmadığını söylemek bir kusur ve noksanlıktır. Yüce Mevlâ'nın yarattığı varlıklara azap etmesi zulüm değildir. O dilerse hayvanlara, delilere ve çocuklara da azap eder. Çünkü O, kendi mülkünde istediği gibi tasarruf
66
67
eder. Ayette belirtildiği gibi: "O'na yaptıklarından sual edilmez.*9
Hüsün ve kubuh (güzel ve çirkin) konusunda söylenen sözler de boştur. Ehl-i sünnete göre kulun fiillerini yüce Allah yaratır. Kulların yapmadığı fiillerinden dolayı azap görmesi caizdir, mümkündür. Ancak yüce Mevlâ rahmetiyle muamele edecek ve onlara yapmadıkları işlerden dolayı azap etmeyecektir.
İkinci misal:
Mücessime (Allah'ın cismi olduğunu söyleyenler) ile münezzihe (Allah'ın vücudu olmadığını) söyleyenler arasındaki ihtilâf da konumuza bir misaldir.
Mücessime grubu şöyle demektedir: "Eğer Allah'ın cismi olmasaydı, yok olurdu; yok olmaktan daha büyük bir kusur yoktur; onun için Allah'ın cismi vardır. 'Allah hiçbir yöne sahip değildir' demek de O'nun için bir kusurdur. Çünkü yönü olmayan şeyin varlığı düşünülemez."
Buna mukabil münezzihe de şöyle demektedir: "Eğer Allah cisim olsaydı, sonradan yaratılmış olurdu; bu durumda ezelî olma sıfatını kaybederdi. Bütün cihetleri ortadan kaldırmak ancak, cihetler ile çevrelenmiş bir varlığın yokluğunu gerekli kılar. Ama, ezelî olarak mevcut ve hiçbir ciheti olmayan yüce zât için, bir yön belirlen-mez."
19 el-Enbiyâ 21/23.
Üçüncü misal:
Mu'tezile mezhebi, "İtaat sahiplerine sevap vermesi yüce Allah'a vaciptir; çünkü böyle olmaz ise zulüm olur; zulüm ise bir noksanlıktır" der.
imam Eş'arî'nin bu konudaki görüşü şöyledir: yüce Allah'ın itaat sahiplerine azap etmesi zulüm değildir; çünkü yüce Allah'ın üzerinde kimsenin bir hakkı yoktur. Eğer Allah'ın üzerinde başkasının hakkı olsaydı, Allah o kimseye bağımlı bir hale gelmiş olurdu; bu ise yüce yaratıcı için bir noksanlıktır.
Dördüncü misal:
Mu'tezile şöyle demektedir: "Allahu Teâlâ taat olan
layırlı işleri irade eder; yapılmasa da ilâhî irade onu is-
jter. İtaat ve hayırlı şeyleri istemek bir kemâldir (yücelik-
jtir). Allah isyanı ve kötülükleri irade etmez (istemez);
)nlar yapılsa da Allah istemez; çünkü kötülükleri irade
îtmek bir noksanlıktır."
Bu konuda İmam Eş'arî'nin görüşü şöyledir: "Allahu feâlâ'nın meydana gelmeyen bir şeyi irade etmesi, iradesinde bir noksanlık olur. Çünkü bu durumda bir şeyi lirade etmiş fakat onu yerine getirmekten âciz kalmış [olur. Yüce Allah isyan olan işleri kötü görse de, onu ira-jde etmemesi olmaz. Meydana gelen bir şey kötü de ol-Jsa, Allah onu irade etmedi demek, zât-ı Bari için bir noksanlıktır.
68
Beşinci misal:
Mu'tezile der ki: "Allahu Teâlâ'nın, kullarının iyiliğine olan şeyi yaratması vaciptir; çünkü iyi ve faydalı olanı terketmek bir noksanlıktır."
Bu konuda Eş'arilerin görüşü şöyledir: "Kulları için en faydalı olanı yaratmak yüce Allah'a vacip değildir; çünkü O'nu bir şeyi yapmaya mecbur etmek bir noksanlıktır. Yüce ilah için kemâl sıfatı, kendisine kulluk edenlerin kaydı altına girmemektir."

Şunu bilki: Kim, bir işi müstakil olarak kendisinin irade ettiğini ve yaptığını söylüyorsa, o Kaderî'dir (yüce Allah'ın ezeldeki takdir ve iradesini inkâr etmektedir).
Kim, yaptığı işte kendisine ait hiçbir irade ve kesbin (güç, etki ve kazancın) olmadığını söylüyorsa, o, Ceb-rî'dir (kendisine verilen irade, güç ve sorumluluğu inkâr etmektedir).
Kim, yaptığı işi yüce Allah'ın irade ettiğini ve kendisinin fiile döktüğünü söylerse, o, sünnet üzere doğru yolda giden bir mümindir. Kulun kudret ve hareketi yüce Allah'ın yaratmasıyla meydana gelir; bunlar kul için bir sıfat durumunda olup onun kesbidir (fiil ve kazancı).
 GAZÂLÎ
69

Kader, Allahu Teâlâ'nın ezelde olmasını takdir ettiği şeye denir; kaza ise onun yaratılmasıdır. Kaza ile kader arasındaki fark şudur:
Kader, daha umumi bir mâna içerir; kaza ise daha özel bir alanda kullanılır. Buna göre, her şeyin ilk olarak ilâhî ilimde tedbir edilmesi/şekil, miktar ve zamanının belirlenmesi) kaderdir; bu şeylerin takdir edilen zaman ve belirlenen şekilde meydana gelmesi kazadır.
Şu halde, bir şeyin ilk olarak belirlenmesi kader, Dnun icra edilmesi ve işin bitirilmesi ise kazadır. "Hâkim lükmünü yerine getirdi" denilince bu mâna kastedilir.

Bil ki, farklı görüşlere sahip bozuk fırkalar altı tanedir. Bunlardan her ikisi birbirine zıttır. Bunlar Müşebbihe, Muattıla, Cebriyye, Kaderiyye, Râfizî ve Nasb görüşüne sahip gruplardır. Bunların her biri, on iki gruba ayrılır.
Müşebbihe ile Muattıla, birbirine zıt iki gruptur. Cebriyye ile Kaderiyye de birbirine zıt iki gruptur. Aynı şekilde, Râfizîlik ile Nasb görüşüne sahip grup da birbirine zıt iki gruptur. Bunların her biri, doğru yoldan sapmışlardır. Kurtulan grup ise, orta yolda giden el-i sünnet ve'l-cemâat grubudur.
Müşebbihe grubu, Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını ispat J ve kabulde haddi aşıp çok ileri gittiler; öyle ki, Allahu Te-âlâ'yı varlıklara benzettiler, Allahu Teâlâ'nın bir yerden
70
bir yere intikalini, bedenlere girmesini, bir yerde yerleşmesini, oturmasını ve benzeri durumları caiz gördüler.
Buna mukabil Muattıla (ilâhî sıfatları inkâr eden grup), Allah'ın sıfatlarını yok saymada haddi aştılar ve O'nu inkâra düştüler.
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ise bu konuda orta yolu tuttu; hiçbir varlığın sıfatlarına benzetmeden ve inkâr da etmeden yüce Allah'ın sıfatlarının bulunduğunu kabul etti. Buradan, Müşebbihe ile Muattıla'nın gittiği yolun şeytanın yolu olduğunu anlamış oldun.
Cebriyye ve Kaderiyye gruplarına gelince, onlar da hak yoldan sapmış gruplardır.
Kim, yaptığı işlerde kendisinin hiçbir irade ve kesbi-nin/müdahale ve sorumluluğunun olmadığını söylerse, o kimse, Cebrî'dir.
Kim, irade ve fiilin kendisine ait olduğunu/kulun fiilini Allah'ın değil kendisinin yarattığını söylerse, o kimse, Kaderî'dir yani kaderi inkâr eden birisidir.
Kim, yaptığı işi yüce Allah'ın ezelde irade ettiğini ve kendisinin de bunu fiile döküp yaptığını söylerse, o, sünnet üzere giden bir kimsedir.
Râfizî ile Nasb görüşüne sahip gruplar da hak yoldan sapmışlardır.
Râfizî, Ehl-i Beyt'i çok sevdiğini iddia edip haddi aşmış, sahâbe-i kirama dil uzatıp düşmanlık yapmıştır.
İmametin tayin yoluyla belirleneceğini iddia eden grup da, sahabe adına aşırı bir taassuba düşüp Ehl-i beyte düşman kesilmiş, Hz. Ali'yi (r.a) zulüm ve küfürle suçlamışlardır.
Ehl-i sünnet ise bu konuda da orta yolu tutmuş; bütün Sahabeyi sevdiği gibi Ehl-i beyti de sevmiştir. Alla-hu Teâlâ onların dilini korumuş ve hiçbiri hakkında kötü söz söylememişler; tam aksine hepsini övgü ve saygı ile anmışlardır.
Bizleri Ehl-i sünnet yolunda bulunduran yüce mevla-ya sonsuz hamd ve sena olsun.

Bazan kaza denince, kesin emir ve hüküm kastedilir. Şu âyette bu mânada kullanılmıştır:
"Allah bir şeyin olmasına hüküm verdiği (kaza ettiği) zaman, ona 'olI'der; o da (ilâhîemre uygun) oluverir." 2°
Bazen kaza, Allahu Teâlâ'nın bir hükmü vacip kıldığını bildirmek için kullanılır. Şu âyette olduğu gibi:
"Rabbin, sadece kendisine ibadet etmenizi hükmetti."2''
Bu âyetteki kaza (hükmetme), bildirme, haber verme mânasında alınmalıdır; çünkü, bunu kesin emir ve değişmez ilâhî hüküm mânasına aldığımızda; kâinatta Allahu Teâlâ'dan başka hiç kimseye ibadet edilmemesi gerekirdi. Çünkü, yaratılan bir varlığın onu yaratana ters hareket etmesi mümkün değildir. Ancak âyeti, ilan ve haber verme mânasına aldığımızda durum anlaşılır. Şu âyet de bu mânadadır. Allahu Teâlâ buyurmuştur ki:
"Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."*2
Bundan maksat da durumu ilân etmek ve haber vermektir. Eğer bu âyetteki bildirilen hüküm, kesin bir hüküm olsaydı; bütün varlıklar O'na kulluk yaparlardı. Böyle kesin bir hüküm olmayınca, farklı durumlar ortaya çıkmış; bazıları yüce Allah'a, bazıları da başka varlıklara tapınışlardır.
20  el-Mü'min 40/68.
21   el-İsrâ 17/23
Şunu bil ki; Allahu Teâlâ, ezelde verdiği bazı hükümleri kula bağlı olarak vermiş; sonucu kulun fiillerine ve sözlerine bağlı olarak takdir buyurmuştur. Bu böyle hükme bağlandığı için, onun değişmesi caiz değildir. Burada, "Allahu Teâlâ verdiği hükmü değiştirdi" denemez; çünkü yüce Mevlâ, verdiği hükmün aksini yapmaz, kendi hükmüne ters düşmez. O, boş bir iş yapmaz; insanlar gibi kötü arzulara tabi olmaz; bütün bu hallerden yüce ve uzaktır.
Allahu Teâlâ, neyin olmasını hükmetmişse, o bir hikmetten kaynaklanır; onda bir değişme olmaz.
Yüce Allah, bazı işlerde kulun fiilini o işin sebebini hükme bağlamıştır; ekin ekmek, nesil yetiştirmek gibi. 22 ez-Zâriyât 51/56.
73
Bazı işler kulun fiiline bağlı olarak hükme bağlanmıştır; jua ve istiğfar gibi.
Bil ki; Allahu Teâlâ, bazı âyetlerde fiili bizzat kula nis-Det etmiş, onun yaptığını belirtmiştir. Şu âyetler buna jrnektir:
"Bu onların yaptıklarına karşılık olarak verilir.'23 "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. '24
Allahu Teâlâ bazı âyetlerde de, kulun yaptığı bütün eri onun değil yüce zâtının yaptığını bildirmektedir. Şu ayette olduğu gibi:
"Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.^5
Bundaki hikmet şudur: Allahu Teâlâ olan bütün işle-yaratıcısı ve takdir edenidir. Kul ise, onu yapan ve ıeydana gelmesine sebep yapılan kimsedir. Kul, Allahu Teâlâ için ibadet yapar; yüce mevla da ona karşılık kendisine sevap verir. Eğer bu işler, yaratılma yönüyle yüce Allah'a, yapıp sonucunu üstlenme yönüyle de kula ait olmasaydı; Allah'a mâbud (ibadet yapılan), kula ,(âbid ibadet) yapan ismi verilmezdi.
Bundan ortaya çıkan şudur: Kul, âbid (ibadet eden) j/e kâsib (iş yapıp sonucunu elde eden) kimsedir; Alla-ıu Teâlâ da mâbud ve yaratıcıdır.
23  el-Vâkıa 56/24.
24  et-Tevbe 9/5.
25   el-Enfâl 8/17.
74

Bil ki, yapılan işler iki kısımdır:
Birincisi, kuldan meydana gelen işlerdir; buna kesb (kulun kazancı) denir; kula aittir. Bunları öğretmek için ilâhî kitaplar indirilmiş, peygamberler gönderilmiştir. Bu kısma giren işleri yapmak için akla ihtiyaç vardır; çünkü akıl sorumluluk için bir delil olmakta ve kulun gideceği yol onunla aydınlanmaktadır.
İkincisi, yaptıklarının bir karşılığı olarak kulun başına gelen mükâfat veya ceza türü işlerdir. Bu kısma giren işler, bir yönüyle Allahu Teâlâ'nın elinde, diğer yönüyle kulun elindedir. Sonuçta her ikisi de ancak kulun yaptıklarının bir karşılığıdır. Şu âyet bunu ifade etmektedir:
"Başınıza gelen bütün musibetler, yaptığınız işlerin karşılığıdır; halbuki Allah çoğunu da affetmektedir.1*6
Bu mânada başka âyetler de mevcuttur. Bu âyetteki mânayı iyi anlayan kimse, Allahu Teâlâ'nın kelamında kula ait gösterilen şeylerdeki muradı anlar.
Bunun bir misali; cellâdın hırsızın elini kesmesidir. Bu işe bakan bir kimse, "Eli kesen cellâttır" dese, bu söz doğrudur. "Allahıu Teala, cellâdın eli ile onun elini kesti" demek de doğrudur. Çünkü kesme işi ilk yaratılma yönüyle Allahu Teâlâ'ya ait oldu için, mecazen böyle denebilir. Bu işte, "Hırsız kendi elini kesti" demek de uygundur; zira elin kesilmesine sebep olan onun ilk olarak yaptığı hırsızlıktır. Kesilme işi onun yaptığı bir suçtan dolayı başına gelmiştir.
26 eş-Şûrâ 42/30.
75
Bu durumda, elin kesilmesi yaratılma yönüyle yüce Allah'a aittir; işlediği hırsızlığın bir karşılığı olarak da kula aittir. Burada biri diğerine ters düşmez. Bunun delilleri Kur'an'da açıklanmıştır.
Kim, bu sözü gerçek manasıyla anlarsa, sadece nefsinden korkar ve ancak yüce Allah'ın rahmetine ümit bağlar.
İbnu Abdullah şöyle demiştir: "Hepimiz Allahu Teâlâ'nın zâtı hakkında, ahmağız (fazla bir şey bilmiyoruz)."
Burada anlatılmak istenen şudur: Allahu Teâlâ'nın kazasına (ilâhî takdire) baktığımızda, kulun yaptığı bütün işlerde mazur olduğunu (onları yapmaya mecbur kaldığını) düşünebiliriz. Kula bazı işleri emreden ve yasaklayan ilâhî emirlere baktığımızda ve bir de kula verilen ihtiyarı/seçme yetkisini düşündüğümüzde, yapılan işin kuldan başladığı zannedilebilir.
Bu konuda doğru olan düşünce şudur: Kul bütün işlerinde, sözlerinde ve hallerinde Allahu Teâlâ'ya muhtaçtır; O'nsuz hiçbir fiil olmaz. Kul, ilâhî irade içinde dönüp durmaktadır; ancak insan, yaptığı işte hayvanlar ve cansız varlıklar gibi mecbur ve mahkûm değildir. İnsan, ya kendisini saadete götürecek hayırlı işler içinde Allah'ın özel yardımı ile desteklenir hayır yapar; ya da sonu cehenneme gidecek sebepler arasında kendi haline terkedilmiş, nefsi ile baş başa bırakılmış olup kötü işleri yapar.                                                                             ^

Şöyle denebilir: Eğer insana verilen kudretin, Allah tarafından olması takdir edilen işlerde bir etkisi olsa, bu gizli şirk olur; şayet yapılan işlerde kulun hiçbir etkisi olmasa, bu da cebr (zorla yaptırma) olur.
Bu söze cevap olarak şöyle denir: Eğer kulun kudretinin, yapılan fiili yaratmada bir etkisi olursa, şirk olur; halbuki kulun kudreti yaratmada değil, fiili yapmada ve sorumluğuna girmede bir etkisi vardır. Allahu Teâlâ kulun fiilini yaratıcıdır; kâsib (fiili yaparak sorumluluğuna giren) değildir ki kulun yaptığı iş şirk olsun.
Bir de şu var: Eğer Allah tarafından yapılması takdir edilen işlerde kulun hiçbir etkisi olmasaydı, kudretin varlığı ile yokluğu bir olması gerekirdi. Bu durumda kul, kudretsiz, bir şey yapmaya güç sahibi olurdu ki, bu da imkânsızdır.
Şunu bilki: Kim, Allahu Teâlâ'nın hiçbir kudreti ve tercihi olmayan bir kula kitap indirdiğini, peygamber gönderdiğini, ona bazı işleri emrettiğini, bazı işleri yasakladığını, kendisine öğüt verdiğini ve azapla tehdit ettiğini düşünürse, o dengesini yitirmiş fıtratı bozuk biridir; onun tedaviye ihtiyacı vardır.
İnsanlar, Kur'an'ı anlamadan önce, ondan delil çıkarma konusunda ihtilâf ettikleri için cebr ve kaderi inkâr hatalarına düştüler; çünkü onlar, ezelî sıfatlara sahip yüce yaratıcının kudreti ile sonradan yaratılmış kulun kudretinin arasını ayıramadılar (farkı farkedemediler).
77
İki kudret arasındaki fark şudur: Ailahu Teâlâ'nın ezelî kudreti, bir şeyi yaratmada müstakildir, fakat kulun kesbine (bir işi yapıp sorumluğunu üstlenmesine) etkisi yoktur. Kulun sonradan yaratılan kudreti ise, kesbde (bir işi icra edip sonucunu üstlenmede) müstakildir, onun da fiilin yaratılmasına bir etkisi ve dahli yoktur.
Zulüm, yaratıklar için söz konusudur; ezelî ve ebedî olan yüce Allah zulümden uzak ve yücedir. Şu âyet bunu ifade etmektedir:
"Şüphesiz Allah insanlara asla zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.<57 data-blogger-escaped-font="">

Marifet, yüce Allah'a yakınlıktan ibarettir. Marifet kalbi tamamen sarar, onda öyle bir etki yapar ki, vücudun bütün azalarında bu etki gözükür.
İlimle marifet arasındaki farkı bir misalle anlatacak olursak; ilim ateşi görmektir; marifet ise ateşle ısınmaktır.
Lugatta marifet, şek kabul etmeyen/içinde şüphe bulunmayan ilimdir. Örfte ise, önceden bilinmeyen bir şeyin bilinmesidir.
Sûfîlere göre marifet, Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları hakkında içinde hiçbir şüphe bulunmayan ilimdir.
"Allahu Teâlâ'nın zâtının ve sıfatlarının tanınması nedir?" diye sorulursa, kısaca şu cevap verilir:

27 Yûnus 10/44.
78
Allahu Teâlâ'nın zâtını tanımak, O'nun mevcut, tek, bir, zâtı bulunan, sonsuz derecede büyük olan, varlığı kendinden olup hiç kimseye muhtaç olmayan ve hiçbir şeyin kendisine benzemediği bir zât olduğunu bilmektir.
Allahu Teâlâ'nın sıfatlarını tanımak ise, O'nun hayat sahibi, her şeyi bilen, her şeye kudreti yeten, işiten, gören ve kendisine has diğer sıfatlara sahip olduğunu bilmektir.
"Marifetin sırrı nedir?" diye sorulursa, onun sırrı ve ruhu tevhiddir, yani yüce Mevlâ'yı birlemektir. Bu da, O'nun hayatını, ilmini, kudretini, iradesini, işitmesini, görmesini, konuşmasını varlıklardan birinin sıfatlarına benzetmekten uzak tutmaktır. Çünkü, O'nun misli, benzeri, dengi hiçbir varlık yoktur.
"Marifetin alâmeti nedir?" denirse, kalbin Allah Teala ile hayat bulmasıdır. Allahu Teâlâ, Hz. Davud'a (a.s), "Marifetimin (beni tanımanın) ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Dâvûd (a.s): "Hayır" dedi. Yüce Allah: "O, kalbin beni müşahede içinde hayat bulmasıdır" buyurdu.
Hangi makamda hakiki marifet sahih olarak elde edilir? diye sorulursa, cevabı şudur: Kalbin sırrı ile ilâhî tecellileri görüp müşahede etme makamında gerçek marifet elde edilir. Kalp tanımak için görür. Gerçek marifet, kalbin içinde oluşan irade ile gerçekleşir. Allahu Teâlâ, kalpten bazı perdeleri kaldırır; perde arkasından dostlarına yüce zâtının ve sıfatlarının nurunu gösterir; bu şekilde yüce zâtını tanımalarını temin eder. Yüce Allah, tecellilerini gören kimsenin yanmaması için bütün perdeleri kaldırmaz. Bir âşık hal lisanı ile şöyle demiştir:
Eğer perdesiz zuhur etseydin; ölürdü bütün halk;
Lâkin arada ince perde var da, âşıkların kalbi onunla tayat bulur.
Bil ki; yüce Allah bir kalbe azametiyle tecelli ederse, bu tecelli kalpte korku ve heybet oluşturur. Yüce Allah cemâli ve güzelliğiyle tecelli ederse, bu tecelli kalpte aşk meydana getirir. Sıfatlarıyla tecelli ederse, muhabbet meydana getirir. Zâtı ile tecelli ederse, bu tecelli gaipte tevhid ilmini oluşturur.
Ariflerden biri demiştir ki: "Vallahi, kul dünyadan bir şey elde eder de onunla yetinirse, Allah onun kalbini kör sder, dünya muhabbeti ile yapılan ameli boşa çıkarır. Mlahu Teâlâ dünyayı karanlık yaratmış; güneşi onda bir
[ışık yapmıştır. Aynı şekilde kalpleri de karanlık yarat-nıştır; marifeti kalp için bir ışık yapmıştır. Bulut gelince güneşin ışığı kaybolur; aynı şekilde kalbe dünya mu-
fhabbeti gelince, ondan marifetin nurunu giderir."
Denilir ki: Marifetin hakikati müminin kalbine atılan
lilâhî bir nurdur; kalp hazinesinde marifetten daha kıy-
fmetli bir şey yoktur.
Ariflerden biri demiştir ki: "Arifin kalbindeki marifet güneşi, dünyayı aydınlatan güneşten daha parlaktır; gökteki güneş bazan tutulur ışığı perdelenir; kalplerdeki marifet güneşi ise hiç perdelenmez. Gökteki güneş, gece olunca kaybolur; ariflerin kalbindeki marifet güneşi ise hiç batmaz."
80
Bu konuda bazıları şu şiiri okur:
Gündüzün güneşi, gece kaybolur; Kalplerin güneşi ise hep aydınlık durur.
Kim severse dostu uçar kalbi O'na; İştiyakla yanar, ta kavuşma anına.
Zünnûn el-Mısrî (k.s) demiştir ki: "Marifetin hakikati; Cenâb-ı Hakk'ın gizli nurlarını ulaştırarak sırlara tecelli etmesidir."
Bu konuda şu mânadaki şiir söylenir:
Ariflerin öyle kalpleri vardır ki, onunla perdeler içinde sırrın sırrında tecelli eden yüce ilâhın nurunu tanırlar. Onu tanıdıktan sonra; halka karşı kulakları sağır olur; onları görmekten gözleri kör olur, yalan dava ve boş iddiaları konuşmaktan dilleri tutulur.
Ariflerden birine: "Kul gerçek marifete ulaştığını nasıl bilir?" diye sorulunca; şu cevabı vermiştir: "Kalbinde rabbinden başkasına ayıracak bir yer bulamadığı zaman."
Ariflerden biri şöyle der: "Marifetin hakikati, herhangi bir vasıta olmaksızın, nasıl olduğu bilinmeksizin ve hiçbir şeye benzetmeksizin Yüce Hakk'ı müşahede etmektir."
Müminlerin emîri Hz. Ali'ye (r.a), "Ey müminlerin emî-ri, sen gördüğün rabbe mi ibadet ediyorsun, görmediğin Rabbe mi?" diye sorduklarında Hz. Ali (r.a), "Ben
81
gördüğüm rabbime ibadet ediyorum, fakat bu görme başın görmesi değil kalbin görmesidir" demiştir.
Ca'fer es-Sâdık'a (r.a), "Yüce Allah'ı gördün mü?" diye sorulunca hazret, "Ben görmediğim rabbe ibadet etmem!" cevabını vermiştir. Kendisine, "O'nu nasıl gördün; halbuki, gözler O'na ulaşamaz" diye sorduklarında ise şu cevabı vermiştir: "O'nu gözler baş gözü ile göremez, fakat imanın hakikatine ulaşarak kalpler O'nu görür. O, zahirdeki duyu organları ile bilinmez, insanlar ile kıyas edilmez."
Ariflerden birine marifetin hakikati sorulunca şöyle demiştir:
"Gerçek marifet, sırrı bütün istek ve arzulardan boşaltmak, âdet olan şeyleri terketmek, hiçbir alaka düşünmeksizin kalbin Allahu Teâlâ ile sükûn ve huzur bulması, O'ndan başka her şeyden gönlü çekip bütün düşünceyi yüce Mevlâ'yı da toplamaktır."
Aslında, O'nun zâtının ve sıfatlarının hakikatini bilmek mümkün değildir; yüce Allah'ı gerçek mânada ancak kendisi tanır. Bütün şan ve şeref O'na aittir.

Bunlar, aynı mânaya gelen farklı lafızlardır. Onların asılları birdir, ancak tam olarak açıklamaya kalkarsak aralarında bazı farkların olduğunu görürüz.
Basîretin akıldaki yeri, göz için görmeyi sağlayan gözün nuru durumundadır. Basîret için marifet de, gözün
82
83
nuru için güneşin ışığı gibidir. Basîreti aydınlatan marifet ışığı ile, gizli ve açık şeyler bilinir.
Kalbin hayatına gelince o, gerçek tevhide ulaşmaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ buyurmuştur ki:
"Olu iken (tevhidle kalbini) dirilttiğimiz kimse gibi midir?"28

Bil ki, doğru itikad ve ilim kalbi sarınca, orada kendilerine ters ve karşı bir şey yoksa, kalpte marifet meydana getirirler. Bu marifete yakîn denir. Çünkü yakinin hakikati, çalışarak elde edilen ilmin safi (temiz) halidir. Bu ilim öyle bir dereceye ulaşır ki, aksi düşünülmeyen zaruri ilim gibi olur. Bu ilmi elde eden kalp, dinin, dünya ve âhiretle ilgili haber verdiği her şeyin iç yüzünü müşahede eder, hakikatini anlar.

Firâset, yüce Allah'tan gelen bir alâmetle, işin için yü-Izünü bilmektir. Bu alâmet, yüce Allah ile kul arasında lolur; kul onunla işin iç yüzüne vâkıf olur; sırları çözer. Firâset, ancak yüce Allah'a yakınlık elde ettikten sonra olur; o ilhamdan ayrı bir şeydir. İlham, bir alâmete muh-j taç değildir, firâset ise muhtaçtır.
Firâset, umumi ve hususi olmak üzere iki kısımdır. Yüce Allah en iyisini bilir.

İlham, herhangi bir sebep ve çalışma olmadan kalpte bu marifetin oluşmasıdır. İlham, kalp manevî kirlerden temizlendikten sonra yüce Allah tarafından kalbe verilen bir ilimdir. Bu ilim, dünyanın ve âhiretin güzellikleriyle ilgilidir.
28 el-En'âm 6/122.


NEFİS, RUH, KALP, AKIL
Bil ki, bu dört kelime, farklı isimlerle zikredilmekle birlikte ortak mânaları ve kullanımları olan kelimelerdir. Biz, konumuzu ilgilendiren yönüyle onların anlamını açıklayacağız.

Önce kalbi ele alalım. Kalp kelimesi genel olarak iki mânada kullanılır.
Birincisi, kalp, göğsün sol tarafında bulunan çam kozalağı şeklindeki et parçasının adıdır. İç kısmında boşluk vardır; bu boşluğun içinde siyah kan bulunmaktadır. Bu kalp, hayvanî ruhun menbaı ve madenidir.
İkincisi, kalp, latif/gözle görülmeyen, rûhânî/gayb âleminin özelliklerini taşıyan, rabbânî/yüce Allah'ın özel olarak yarattığı bir latifedir/manevî cevherdir. Bu manevî kalbin, et parçası olan kalp ile bir alakası, ilgisi ve bağlantısı vardır. Bu, arazların cisimlerle, sıfatların onları taşıyan varlıklarla ilgisine benzer.
85
Bu manevî latife, insanın hakikatidir; insan bir şeyi onunla idrak eder, bilir; onun sebebiyle ilâhî emirlerle muhatap olur, kendisinden bazı görevler istenir, sevaba ulaşır, azabı hak eder.

Bizi ilgilendiren yönüyle ruh da iki mânaya gelir.
Birincisi, ruh, buhar gibi latif (gizli, sırlı, bir cisimdir. Onu taşıyan siyah kandır. Bulunduğu merkezî yer, cis-mani kalbin iç boşluğudur. Atardamarlar vasıtasıyla vücudun diğer bölümlerine yayılır. Beden içinde akar. Vücuttaki hayat nurlarının kaynadığı yerdir. Bedendeki hissetme, görme, işitme, koklama ondan kaynaklanır.
Ruhun nurunun bedene yayılması, odanın içindeki ışığın odaya yayılmasına benzer. Bedendeki hayat, duvarda oluşan nura (ışığa) benzer. Ruh, yanan ışığı temsil eder. Ruhun bedendeki seyri ve azalara sirayeti, ışığın evin odalarında dolaştırılmasına benzer.
Doktorlar, ruh dedikleri zaman, bu anlattığımız mânadaki ruhu kastederler. O, latif bir buhardır; onu kalbin harareti olgunlaştırır.
Ruh deyince kastedilen ikinci mâna şudur: Ruh, insanda bulunan latif (gizli ve sırlı), bilen ve idrak eden bir varlıktır. Ruh, kalbin iki yardımcısından biridir. O, Allahu Teâlâ'nın, şu âyette kasdettiği şeydir:
86
"Sana ruhtan soruyorlar; onlara de ki: Ruh rabbimin emrindendir. (O'na ait sırlı işlerdendir)."29
Ruh, Yüce Rabbimize ait, insanı hayrette bırakacak bir varlık olup ekseri akıl ve anlayışlar onun gerçek yönünü anlamaktan âcizdir.


Nefsin de iki mânası vardır. Birincisi, nefis deyince, insanda bulunan gazap ve şehvet kuvvetinin kaynağı kastedilir. Sûfîler, nefis deyince genelde bu mânada kullanırlar. Onlar, nefisle, insandaki kötü sıfatların kaynağı olan varlığı kastederler ve, "Nefsin mücahede ile terbiye edilip şehvetinin (kötü arzularının) kesilmesi lâzımdır" derler.
Hz. Peygamber'in (s.a.v), "Senin en büyük düşmanın, iki kaburga kemiğinin arasında (cinde) bulunan nefsindir" z° hadisiyle işaret ettiği nefis budur.
İkincisi, önceden zikrettiğimiz gibi nefis, latif (gizli), sırlı bir varlıktır. Nefis, insanın hakikati, kendisi ve zâtıdır; fakat, farklı hallerine göre değişik sıfatlarla tanınır.
Nefis, ilâhî emirlere karşı hiç itiraz etmeden sükûnetle uyduğu ve kötü arzularına karşı durup onlara uymayarak ızdırabı gittiğinde "mutmain nefis" (huzura ulaşmış) ismini alır. Allahu Teâlâ, bu sıfattaki nefis hakkında şöyle buyurmuştur:
29   el-isrâ 17/85.
30   Beyhakî, Kitabü'z-Zühd nr. 343; Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, III, 625; Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, nr. 
"Ey mutmain olmuş (zikir ve itaat ile huzura kavuşmuş) nefis, sen rabbinden razı, rabbin senden razı olarak dön Rabbine...T
Nefsin ilk hali ve sıfatıyla dost olarak yüce Allah'a dönmesi düşünülemez. Çünkü gazap ve şehvetine mağlup olmuş nefis Allah Teala'dan uzaklaşmıştır, o bu haliyle şeytanın ordusu olup onun emrindedir.
Nefis tam bir huzur ve sükûn halini bulamadığı halde kötü arzularına karşı durup onları reddettiğinde "levvâ-ne nefis" ismini alır. Bu, kötü işleri yaptığında kendisini sınayan ve ondan kurtulmak isteyen nefis demektir.
Nefis, günahlara itirazı terkedip bütün kötü arzularına ve şeytanın her davetine kulak verdiği, onların peşinden gittiği zaman "nefs-i emmâre" (devamlı kötü işleri emreden ve isteyen nefis) ismini alır.


Bizim ele aldığımız konu itibariyle aklın da iki mânası vardır.
Birincisi, akıl deyince, işlerin hakikatini, iç yüzünü bilmek kastedilir. Bu durumda akıl, mahalli kalbin içi olan ilim sıfatından ibarettir.
İkincisi, bazan akıl denince, ilimleri anlayan idrak kuvveti kastedilir; bunu yapan kalp olur. Bununla, insanın hakikati olan manevî latifeyi kastediyorum. Kur'an ve sünnette kalp zikredilmiş; bununla, insanın hakikatinin anlaşıldığı ve kendisiyle eşyanın hakikatinin bilindiği cevher kastedilmiştir.                                                  ;
Bazen akıl deyince, kinaye yoluyla insanın göğsünde bulunan kalbe işaret edilir. Çünkü bu akıl ile insanın hakikati olan ve idrak özelliğine sahip bulunan kalp arasında özel bir irtibat vardır. Çünkü aklın vücudun diğer yerlerle alâka ve irtibatı, kalp vasıtasıyla olmaktadır. Şu halde kalp, aklın bulunduğu mahal, taşındığı yer ve yaptığı işlerde ilk hareket noktasıdır.
Maddî kalple göğsün insan için yeri, Arş'ın ve Kür-sî'nin bir yönüyle yüce Allah'a nisbeti gibidir.32
31  Fecr 89/27-28.

Bil ki, Allahu Teâlâ'nın kalpte, ruhlarda ve diğer âlemlerde görevlendirdiği sınıf sınıf orduları vardır. Onların hakikatini ve sayılarını ancak yüce Allah bilir. Biz burada, konumuzla ilgili olan kalbin askerlerinden bazılarına işaret edeceğiz.
Bil ki, kalbin iki cins askeri (yardımcı kuvvetleri) vardır. Biri gözle gözükür, diğeri ise ancak basîretle (manevî gözle) görülür. Kalp bir sultan hükmündedir; askerleri ise hizmetçileri ve yardımcıları durumundadır.
Kalbin gözle görülen askerleri; el, ayak, kulak, göz ve dildir.
Allah'ın arşı, kürsüsü dendiği gibi, insanın kalbi ve göğsü denir. Kalp ve göğüs insan bedeninin en önemli merkezleri olduğu gibi, Arş ve Kürsü de yüce Allah'ın hükmünü icra ettiği, kudretini tecelli ettirdiği manevî makamlardır (mütercim).

Kalbin bütün askerleri üç sınıfta toplanır.
Birinci sınıf, faydalı ve uygun olan şeyleri elde etmek için harekete geçen duygudur. Meselâ, şehvet yani aşırı arzu ve sevgi gibi. Ya da zararlı ve uygun olmayan şeyleri defetmek için harekete geçen duygudur; gazap gibi. Kalpte harekete geçen bu duyguya "irade" denir.
İkinci sınıf, yukarıda zikrettiğimiz hedef ve maksatları ele geçirmek için harekete geçen kuvvettir; buna "kudret" denir. Bu askerler, diğer azaların içinde yayılmış durumda mevcutturlar.
Üçüncü sınıf, casus ve gözcü gibi faydalı ve zararlı şeyleri tanıyan "idrak" kuvvetidir. Bu idrak işitme, görme, koklama ve dokunma kuvvetlerini kullanarak olur. Bu kuvvet, bu askerler için bir alet durumundadır; o etten, kemikten, sinirden, yağdan ve kandan meydana gelen zahirî azalarda yayılmış halde bulunur. Bu sınıftaki askerlerin yaptığı işe "ilim" ve "idrak" denir. Bu sınıf, diğer bütün askerlerin yaptığı işleri bir araya getirip ne olduğunu idrak etmektedir.
Diğer kısım askerler ise, bâtında (içte) yerleşmiş askerlerdir. Bu askerler, dimağın iç boşluğunda bulunmaktadırlar. Onlar da beş tane olup hiss-i müşterek, hayal, tefekkür, tezekkür ve hıfzdır.

Hiss-i müşterekin (ortak hissin) vazifesi; zahirî organlar idrak ettikleri şeyleri, bu hisse ulaştırırlar, orada bu gelen şeylerin bir resmi (şekli, temsili) oluşur ve onun üzerinden bir değerlendirme yapılır. Bu, aynanın karşısında
90
duran şeylerin aynada şekil almasına benzer. Bu kuvvetin hareket ve tasarruf yeri, dimağın iç boşluğunun ilk bölümüdür (ön kısmı).

Hayal, hiss-i müşterekin hazinesidir; orada şekil alıp resmedilen şeyler, hacet olunca kullanılmak üzere burada saklanır. Hiss-i müşterek için kabul ve hıfz kuvveti yoktur. Hayal için, hıfz (muhafaza) kuvveti vardır, fakat kabul (hüküm) ve karar kuvveti yoktur. Hayal kuvvetinin tasarruf yeri, dimağın iç boşluğunun geri (son) kısmıdır.

Vehim (düşünce, tahmin) kuvvetinin tasarruf yeri, dimağın gerisinin ön kısmıdır; çünkü vehmin tasarrufu, hayalde saklanan suret ve şekillerin değişik parçalarında olmaktadır. Vehim, hayalden aldıklarını değiştirerek kullandığı için, derece olarak ondan sonra gelmektedir.

Hafızanın tasarruf yeri, dimağın geri kısmının iç kısma bakan geri bölgesidir. Hıfz (ezber), vehim kuvvetinin tasarrufundan sonra oluşur; çünkü vehim (düşünce) onun hazinesidir.

Bu kuvvetin tasarruf alanı, dimağın ortasıdır; zira o, en şerefli kuvvettir. Bu kuvvet, bilgi ve resimleri değişik şekillerde hayalden alır ve onu farklı derecelerde uyku
91
ve uyanıklık hali içinde hafızaya verir; bunlardan unuttuğu şeyleri lâzım olunca ondan geri ister. Bu kuvvetin, yukarıdaki iki kuvvetin tam ortasında bulunması haline en uygun olanıdır; çünkü bu durumda o, her iki kuvvetle rahat çalışır; onlardan bir şey alması ve onlara bir şey vermesi kolay olur.
Yüce Allah en iyisini bilir.

Kalp, yukarıda bahsettiğimiz askerlere muhtaçtır; çünkü onun Allahu Teâlâ'ya yolculuğu ve yaratılış sebebi olan yüce Allah ile buluşma menzillerini katetmesi için bineğe ve azığa ihtiyacı vardır.
Kalbin bineği beden, azığı ise ilim ve ameldir. Kulun kalbi, bedende yerleşip en uzak menzili (ebedî âhireti) için lâzım olan azığı hazırlamak amacıyla dünyadan geçmeden yüce Allah'a ulaşması mümkün değildir. Bunun için kalp, beden için gerekli gıdaları ve diğer şeyleri ele geçirmek ve ona zarar verip helakine sebep olacak şeyleri defetmek için onun yükünü ve sorumluluğunu üstlenmiştir.
Kalp, bedenin gıda ihtiyacını gidermek için iki askere ihtiyacı vardır; bunların biri bâtınî (içte bulunan) asker olup şehvettir. Diğeri ise, zahirde olup gıdayı elde edecek azalardır. Bunun için kalpte, kendisine ihtiyaç duyduğu şehvetler (arzu ve isteklerle), onları elde etmede alet vazifesi görecek azalar yaratıldı.

Kalbin, bedene gelecek tehlikeleri savmak için de iki sınıf askere ihtiyacı vardır. Bunların biri bâtında (içte) bulunan gazaptır. Kalp, onunla tehlikeleri defeder ve düşmanlarından intikam alır. Diğer askerler zahirde olup bunlar el, ayak ve gazabın gereğini yerine getirecek silahlardır.
Sonra, gıdaya muhtaç olan bir kimse, gıdayı tanımayınca, gıdayı tanıma arzusu ve onu ele geçirecek aletlere sahip olması kendisine bir fayda vermez. Bundan dolayı kalbin gıdaları tanıması için iki sınıf askere ihtiyacı oldu. Bunların biri bâtında (içte) olup işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma idrakidir (kabiliyet ve kuvvetidir). Diğeri ise zahirde olup göz, kulak, burun ve diğer azalardır.
İnsanın bu şeylere ihtiyacını genişçe açıklamak, onlardaki saklı hikmetleri ortaya koymak çok uzun bir iştir; onları ciltler dolusu kitaplar dahi sayıp bitiremez.
Kullarına çok ikramda bulunan ve çok hilim (şefkat ve merhamet) sahibi olan Allah ne kadar yücedir.


Varlıkları şu şekilde üçe ayırabiliriz: Cisim, araz, cev-her-i ferd (kendi başına durabilen varlık).
Hayvanî (canlılık sebebi olan) ruh, latif (sırlı, saklı) bir cisimdir; o yanmakta olup ışık veren bir lambaya benzer. Yanmakta olan lamba hayattır, kan onun yağıdır, his ve hareketler onun ışığıdır, şehvet harareti, gazap dumanı, ciğerde duran ve gıdayı isteyen kuvvet onun hizmetçisi, bekçisi ve vekilidir (onun adına iş yapar).
Bu bahsettiğimiz ruh, bütün canlılarda bulunur; çünkü bu ruh hayvanlarda, diğer canlı varlıklarda ve insanda ortaktır.
Bu ruh, cisimdir; eserleri, ortaya koydukları ise arazlardır yani birtakım sıfatlardır. Bu ruh, ilme ulaştırmaz, yaratılanların nasıl yaratıldığını ve yaratıcının hakkını bilmez. O, sadece bedende esir bir hizmetçidir. Vücutta lambanın yağı durumunda olan kan çoğalsa, bedeni öldürür; vücutta hararetin (sıcaklığın) artması sebebiyle bu ruh söner; aksi durumda da fazla soğuktan dolayı söner. Onun sönmesi, bedenin ölmesine sebep olur.
Allahu Teâlâ'nın ve dini tebliğ eden Hz. Peygam-ber'in (s.a.v) daveti, bu ruha değildir; çünkü hayvanlar dinin hükümleriyle muhatap ve mükellef değillerdir. Ancak insan dinle, ilâhî davetle muhatap ve sorumludur. İnsan, hayvanî ruhtan başka özel ve ayrı bir ruh taşıdığı için dinle muhatap ve ilâhî hükümlerden sorumludur. Bu ruh, nefs-i natıka (düşünen ve konuşan) ve latif (sırlı, gizli) ruhtur. Bu ruh, cisim ve araz değildir; çünkü o, yüce Allah'ın emrinden (özel emir ve tecellisinden) meydana gelmiş bir varlıktır. Yüce Allah, bu ruh hakkında şöyle buyurmuştur:
"Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin em-rindendir (özel emir ve tecellisinden)."33
33 el-lsrâ 17/85.

Allahu Teâlâ'nın emri, cisim ve araz değildir; bilakis o, bozulmayan, dağılıp kaybolmayan, fâni olmayan ve ölmeyen, sürekli, sabit bir cevherdir. Bu ruh, ölüm anında bedenden ayrılır ve kıyamet günü Allah'a dönmeyi bekler. Bu konuda âyet ve hadisler mevcuttur.
Bedenin salahı ve fesadı, sıhhati ve bozulması bu ruhtan kaynaklanır; hayvan? ruh ve bütün kuvvetler bu ruhun askerleridir. Hayvanî/bedene canlılık veren ruh, bedenden ayrılınca, canlılık sebebi olan kuvvetler iptal olur ve bedendeki hareket mekanizması durur. Bu durmaya ölüm denir.
Her ne kadar insanî ruh, Allah'ın emriyle, bir garip gibi bedende bulunsa da, şunu bil ki; ruh belirli bir mahalde sıkışıp kalmaz, bir mekânda durmaz. Beden ruhun ve kalbin mekânı değildir; aksine beden ruhun bir aletidir (ruh onun vasıtası ile bazı işleri icra eder).
En iyisini yüce Allah bilir.

Burada şu âyet-i kerîmenin mânası üzerinde duracağız. Allahu Teâlâ, bir âyette buyurmuştur ki:
"Ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim, zaman onun için secdeye kapanın."34
Âyette geçen tesviye (şekil verme) nedir?
34 el-Hicr 15/29.

Buradaki tesviye, bir şeyi ve mahalli ruhu kabul edecek hale getirmekten ibarettir. Bu mahal, Hz. Âdem (a.s) için çamurdur; onun evlatları içinse, nutfedir. Yapılan işlem ise; insanın ilk maddesinin seçilip süzülmesi, ona denge verilmesi, sonuna kadar çeşitli yaratılış evrelerinden geçirilip ruhu kabul edecek saflık ve dengeye kavuşturulmasıdır. Böylece beden, ruhu kabul etmeye ve içinde tutmaya müsait hale gelir. Bu, lambanın fitilinin yağı içine çektikten sonra yanıp ateş vermeye ve yanan ateşi tutmaya hazır olmasına benzer.
Nefh (ruhu üfleme) işine gelince, bu, kendisini kabul edebilecek kıvama gelen mahal içinde ruhun nurunun yanmasından ibarettir.
Üfleme, yanmanın sebebidir. Allahu Teâlâ hakkında, bildiğimiz cinsten bir üfleme şekli muhaldir (imkânsızdır); onu bir sebep olarak yaratması ise imkansız değildir. Bu durumda âyette, üflemenin neticesi olan şey, üfleme olarak zikredilmiş olmaktadır. Bu netice de nutfe-de ruhun yanıp hayat ışığı vermeye başlamasıdır.
Nefhin yani üflemenin bir şekli, bir de neticesi vardır.
Üflemenin şekli, bir havanın (nefesin) üfleyenin içinden çıkıp, üflenen kimsenin içine girmesidir. Burada içine ruh üflenen insanın nutfesidir; bu üfleme sonucu onda hayat ışığı parlamaktadır. Ruhun nurunu tutuşturan sebep ise, biri faile, diğeri de ruhu kabul eden mahalle ait bir sıfattır.
Faile (ruhu üfleyen yüce Allah'a) ait sıfat, bütün varlıkların hayat kaynağı olan ilâhî ihsandır. Bu ihsan bütün varlıkların üzerine akmaktadır. Bu sıfata "kudret" denir.

Bunun bir misali güneşin ışığını, aralarındaki perde (engel) kalktıktan sonra, aydınlanmayı kabul edecek bütün varlıklara yansıtmasıdır. Burada ışığı kabul edecek olan, herhangi bir rengi olmayan hava değil, çeşitli renklere sahip olan varlıklardır.
Ruhu kabul edecek mahalle/bedene ait sıfat ise, "Ona şekil verdiğimde" âyetinde bahsedildiği gibi, düzgün bir şekil almak ve dengede (kıvamda) olmaktır.
Ruhu kabul edecek bedenin durumu aynaya benzer. Ayna bir şeyin karşısına konsa bile, parlatılıp cilalanmadan içinde herhangi bir suret göstermez. Ayna parlatıl-dığında, karşısındaki duran varlığın şekli aynada gözükür.
Aynı şekilde, rahimdeki nutfede denge ve kıvam meydana gelince, yaratanın emriyle ruh nutfede mevcut olur. Ailahu Teâlâ'nm, "Ruhumdan üfürdüğümde" buyurması, bu ruhun O'ndan geldiğini ifade ediyor; fakat ruhu üfürdügünde yüce yaratıcıda herhangi bir değişme söz konusu değildir. Bir de şu var; ruh, içine konacağı bedenden önce yaratılmıştır.
İlâhî ihsanın akıp yayılmasından maksat şudur: Ailahu Teâlâ'nm ihsanı (rahmeti ve kudreti), yaratılan bütün varlıkların hayat nurlarının yaratılma sebebidir. Bu ilâhî rahmet için akma, yayılma ifadeleri kullanıldı; bu yanlış anlaşılmasın. Buradaki akma, suyun kovadan ele akması ve dökülmesi gibi değildir. Çünkü onda, kovadaki bir miktar suyun oradan ayrılıp ele ulaşması söz konusudur; yüce Allah bu tür bir durumdan uzak ve yücedir.
O'ndan herhangi bir şey ayrılmış, kopmuş, akmış, başkasına geçmiş değildir.


Ruhun ne olduğunu açıklamaya ve hakikatini tanımaya gelince, bu bir sırdır. Öyle bir sır ki Hz. Peygam-ber'e (s.a.v) bile, ehli olmayan kimselere onu açıklama izni verilmemiştir. Eğer sen ehli isen, dinle ve anla!
Bil ki ruh, suyun kovaya girmesi gibi bedene giren bir cisim değildir. Yine ruh, siyah rengin siyahlığın içine, ilmin âlime girmesi gibi; kalbe veya dimağa girmiş bir araz da değildir.
Ruh, basîret sahiplerinin ittifakı ile, parçalanma kabul etmeyen bir cevherdir. Çünkü, eğer ruh bölünmeyi kabul etseydi; bir parçası ile bir şeyi bilmesi, diğer bir parçası ile de bizzat o şeyi bilmemesi caiz olurdu. Bu durumda, tek bir halde, hem âlim hem câhil olurdu ki bu, imkânsızdır. Bu durum ruhun parçalanma kabul etmeyen tek bir şey olduğunu göstermektedir.
Eğer, "Hz. Peygamber (s.a.v) ruhun sırrını açıklamaktan ve hakikatini ortaya koymaktan niçin men edildi?" denirse, şöyle cevap verilir:
Ruh, anlayışların kavrayıp taşıyamayacağı sıfatlara sahiptir. Çünkü insanlar, avam ve havas (seçkinler) olmak üzere iki kısımdır.
Cehalet ve manevî körlük içinde olan kimseler, ruhtaki bazı sıfatların Ailahu Teâlâ'nm da sıfatı olduğunuu tasdik ve kabul etmez. Bu kimse, o sıfatların insanî ruhun sıfatları olduğunu nasıl tasdik etsin?
Aynı şekilde cehalet körlüğü içinde olan Kerrâmiyye grubu, bazı Hanbelîler ve diğerleri yüce yaratıcının cisim olmaktan ve cisme ait özellikler taşımaktan uzak oluşunu inkâr ettiler. Onlar, mevcut bir varlığın ancak işaret edilecek bir cisme sahip olduğunu düşünmektedirler.
Bu körlük ve taassuptan kurtulan bazı kimseler, Allahu Teâlâ'nın cisim olmadığını söylediler; ancak, O'ndan cisme ait özellikleri gideremeyip Allah'ın bir yöne sahip olduğunu söylediler.
Bu cehalet körlüğünden kurtulan Eş'ariyye ve Mâtü-rîdiyye Allahu Teâlâ'nın cisim olmadığını ve bir yön ile çevrelenmediğini söylediler.
Eğer, "Bu kimselere bunun sırrını açmak niçin caiz değildir?" denirse, şu cevap verilir: Onlar, bu sıfatın Allahu Teâlâ'dan başkasına ait olmasını imkânsız gördüler; onlara bunu söyleyecek olsan seni inkâr ederler ve şöyle derler: "Bu, Allahu Teâlâ'yı varlıklara benzetmektir; çünkü sen kendini sadece yüce Allah'a ait bir sıfatla sıfatlandırmaktasın!"
Bu söz, bir cehalettir; onu söyleyen kimse hangi sıfatların sadece Allahu Teâiâ'ya ait olduğunu bilmemektedir.
Biz: "İnsan, diridir, bilen, güç sahibi, irade eden, işiten, gören ve konuşandır; Allahu Teâlâ da bu sıfatlara sahiptir" dediğimiz zaman, bu sözde bir teşbih (yüce Allah'ı
99
diğer varlıklara veya diğer varlıkları yüce Allah'a bir benzetme) yoktur. Çünkü bu sıfatlar, sadece yüce Allah'a ait sıfatlar değildir.
Allahu Teâlâ'nın sadece kendisine ait olan sıfatı, O'nun kayyûm oluşudur, yani O, kendi zâtıyla mevcuttur; O'nun dışındaki bütün varlıklar Allah ile hayat bulmuştur; yüce Allah ise, bir başkasıyla değil, kendi zâtıyla mevcuttur.
Yaratılan bütün varlıkların kendilerine ait olan ancak yokluktur; onların vücut bulması, kendileri dışındaki bir varlıktan gelmektedir ve vücutları kendileri için mülk değil, birer emanettir. Allahu Teâlâ'nın varlığı ise, zâtın-dandır; başka birine ait bir varlık değildir. Diğer bütün varlıkların ise vücutları kendisinden değil, Allahu Te-âlâ'dandır.
İşte, bu kayyûmiyyet yani varlığı kendinden olma sıfatı sadece Allahu Teâiâ'ya aittir; bu sıfat O'ndan başka hiç kimsede yoktur.


Eğer, Allahu Teâlâ'nın, "Ona ruhumdan üfürdüğüm
jzama/7"âyetinde, ruhun Allah'a nisbet edilmesinin (O'na ait gösterilmesinin) mânası nedir?" diye sorulursa, cevap olarak derim ki:
Ruh, bir yöne ait olmaktan ve bir mekanda bulunmaktan uzaktır; onda bütün malumatları bilme ve onları anlama kuvveti mevcuttur. Bu özellik ve benzerlik ruhun
100
dışındaki cisimlerin hiç birinde yoktur; bunun için ruh, özel olarak yüce Allah'a ait gösterilmiştir.
"De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir" âyetinin mânası nedir? Emir âlemi ile halk âleminin mânası nedir? diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir:
Üzerinde ölçme ve belirleme yapılabilen bütün varlıklar cisimdir ve cisimlere ait sıfatlara sahiptir. İşte bu tür varlıkların bulunduğu aleme "halk âlemi" denir. Buradaki halk (yaratma), icat ve ortaya koyma mânasında değil, takdir etme yani belirleme ve ölçüsünü tayin etme anlamındadır. Allah bir şeyi yarattı demek; onun vaktini, şeklini ve ölçülerini belirledi demektir.
Alıştığımız cinsten sayı ve ölçülerle ifade edilemeyen bütün şeylere "Rabbânî bir iş" yani Allah'a ait bir iş denir. İşte bu cinse giren varlıkların bulunduğu âleme "emir âlemi" denir. İnsanların ve meleklerin ruhları emir âlemindendir.
Emir âlemi his, hayal, yön, mekân, yerleşme, ölçü ve tayinden uzak varlıklardan oluşmaktadır. O âlemde, yaşadığımız âlemdeki gibi sayı ve ölçü olayı olmadığı için; ölçü, tartı ve tayin söz konusu değildir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Bu anlattığın şeyler, ruhun ezelî olup sonradan yaratılmadığı düşüncesini akla getiriyor; öyle midir?" Buna karşı verilecek cevap şudur:
Bazı cahil ve hak yoldan sapmış kimseler, böyle zannetmişlerdir.


Kim, "Ruh, mahlûk değildir" derken, onun ölçüye gelmeyeceğini, parçalara ayrılmayacağını ve bir yere girmeyeceğini kastediyorsa, bu görüş doğrudur. Ancak ruh, mahlûktur, yani sonradan yaratılmıştır, ezelî değildir. İnsan ruhunun ortaya çıkması, içine üflenecek insan nutfesinin onu kabul etmeye hazırlanmasına bağlıdır. Bu, bir varlığın suretinin aynada belirmesine benzer.
Varlığın suretinin aynada gözükmesi, aynanın cilâlı olmasına bağlıdır. Her ne kadar, suret sahibi varlık, aynanın cilalânımasından önce mevcut olsa da, cila olmayınca suretin gözükmesi mümkün değildir. Aynı şekilde insanın ruhu da nutfeden önce yaratılmıştır; fakat üfleneceği nutfe olmadan ortaya çıkması mümkün değildir.


Eğer Hz. Peygamberin (s.a.v) hadisinde geçen, "Şüphesiz Allah Âdem'i kendi suretinde -diğer rivayette-rahmânın suretinde yarattı"35 sözünün mânası nedir? diye sorulursa, cevabı şudur:
Suret kelimesi, farklı ve ortak mânaları olan bir isimdir.
Bazan suret, eşyaların tertip ve düzenine, farklı yapıdaki şeylerin üst üste getirilerek bir şekil arzetmesine denir. Bu, his duyuları ile bilinen bir surettir.
35 Hadis iyin bkz. Buhârî, "isti'zan," 1; Müslim, "Cennet," 28; Müs-ned, 11,244-251.           ,         .,

Bazan his duyularıyla bilinmeyen şeylerin tertip ve düzenine de suret denir. Aynı şekilde mâna ve fikirlerin bir düzen ve uyum içinde terkip ve tertip edilmesine de suret denir. Meselâ; bu meselenin sureti, bu olayın sureti, bu cismani ve aklî ilimlerin sureti tabirleri kullanılır. Hadiste zikredilen suret meselesi de zikrettiğimiz şeylere benzer akılla bilinecek manevî bir şeydir.
Ruhun yaratıldığı bu suret zâta, sıfatlara ve fiillere aittir.
Ruhun zâtının gerçek hali şudur: Ruh, kendi başına ayakta durur; araz, cisim ve parçalanan bir cevher değildir; bir mekana ve yöne girmez, bedene ve âleme bitişik değildir, ondan ayrı da değildir. Bedenin ve âlemin içinde değildir, dışında da değildir. Bütün bu sıfatlar, aynı zamanda kendisine has şekliyle Allahu Teâlâ'nın zâtına aittir.
Sıfatlara gelince; ruh, hayat sahibi, bilen, çok şeye gücü yeten, işiten, gören ve konuşan bir varlık olarak yaratılmıştır; Allahu Teâlâ da zâtına has olarak bu sıfatlara sahiptir.
Fiillere gelince; insanın yaptığı işlerin başlangıcı bir iradedir. Bu irade önce kalpte bir etki yapar; ondan latif (gizli) bir buhar olan hayvanî ruh vasıtasıyla içte bir etki yayılır ve bu etki dimağa yükselir. Dimağdan vücut azalarına meselâ, parmak uçlarına kadar bir etki akışı olur ve bu etki parmakları harekete geçirir, parmaklar kalemi, kalem mürekkebi harekete geçirir. Böylece, hayal hazinesinde oluşan kâğıda yazma isteği yazı şeklinde ortaya çıkar. Yazılacak şeyin şekli hayalde tasarlanmadan, kâğıt üzerine yazı yazmak mümkün değildir.
Kim, Allahu Teâlâ'nın işlerini, O'nun melekler vasıtasıyla gökleri ve yıldızları harekete geçirerek yeryüzünde bitkileri ve hayvanları ortaya çıkarma şeklindeki seyri iyice düşünürse, şunu bilir ki; insanın kendi alemindeki tasarrufu, yüce yaratıcının büyük âlemdeki tasarrufuna benzemektedir. İşte bu durum bilinince, Hz. Peygamberin (s.a.v), "Şüphesiz Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı"hadisinin mânası anlaşılır.
Şöyle denebilir: "Ruhlar, cesetlerle birlikte sonradan yaratıldı ise; Hz. Peygamberin (s.a.v) şu hadislerinin anlamı nedir?
"Allahu Teâlâ ruhları, cesetleri yaratmadan iki bin sene önce yarattı."36
"Ben, peygamberlerin yaratılış olarak ilki, gönderiliş olarak sonuncusuyum. Âdem su ile çamur arasında (henüz yaratılmamış) iken ben peygamberdim."37
Bil ki; bu hadislerde ruhun ezelî olduğunu gösteren herhangi bir şey yoktur. Hadiste geçen, "Ben yaratılış yönüyle peygamberlerin ilkiyim'' ifadesi, zahirî manasıyla Hz. Peygamberin (s.a.v) varlığının Hz. Âdem'in (a.s) cesedinden önce olduğunu göstermektedir. Zahirin dışındaki mâna ise bellidir. Bunun uygun bir şekilde yorumlanması mümkündür. Kesin deliller, zahirde anlaşılan mâna ile hükmünü kaybetmez; bilakis zahirî yorumun üstünde tutulur. Allahu Teâlâ hakkında zahiren teşbihe benzeyen şeylerin, zahirî mânanın dışında yorumlandıkları gibi burada da öyle yapılır.
Hz. Peygamber (s.a.v), ""Allahu Teâlâ ruhları, cesetleri yaratmadan iki bin sene önce yarattı" hadisinde, ruhlar ile meleklerin ruhlarını, cesetlerle de, arş, kürsî, gökler, yıldızlar, hava, su ve yer gibi varlıkların cesetlerini kastetmiştir.
Peygamber Efendimizin (s.a.v), "Ben yaratılış yönüyle peygamberlerin ilkiyim" sözüne gelince; buradaki yaratılmaktan maksat, ortaya çıkarma mânasında değil, takdir etme, belirleme mânasındadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), annesinden doğmadan önce, zahirî vücut olarak mevcut ve yaratılmış değildi. Fakat kendisine verilen kemâlât ve yüksek dereceler ilâhî takdirde her- . keşten önce idi; vücuda gelmesi ise, daha sonra olmuştur. Allahu Teâlâ, ilâhî işleri, önce ilmine uygun olarak levh-i mahfuzda belirler, yani resmedip kaydeder.
Şu halde iki çeşit vücut bulma, var olma şekli vardır. Biri, takdir edilerek, diğeri de maddî olarak hissedilecek ve görülecek şekilde yaratılarak. Bunu anlayınca, Hz. Peygamber'in (s.a.v), Hz. Adem'den (a.s), maddî olarak değil, ilâhî takdirde belirlenme yönüyle önce olduğu anlaşılır.
Ruh hakkındaki açıklamaları burada bitiriyoruz. Allahu Teâlâ, en iyisini bilir.
36   Deylemî, Firdevsü'l-Ahbâr, nr. 2761; Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, nr. 315 (Şerhte).
37  Tirmizî, "Menâkıb", 1; Müsned, V, 379; Hâkim, el-Müstedrek, II, 



İLÂHÎ MUHABBETİN MÂNASI
Bil ki, ilâhî muhabbet, tevhidin ve marifetin kazandırdığı bir şeydir. Bütün makam ve haller ondan öncedir; hepsi sonuçta muhabbete çıkar ve ondan istifade edilerek olgunlaşır.
Muhabbetle elde edilecek özel marifete gelince; her mümin Allahu Teâlâ'nın zâtı ve sıfatları konusunda, zât-ı bari için noksanlık ve kusur olacak her şeyi O'ndan uzak tutmalı; kemâl ve yücelik olacak her şeyi O'nda mevcut görmelidir. Bu kadar marifet ve muhabbet, Kur'an, sünnet ve ümmetin icmasıyla herkese vaciptir.
Ancak İslâm âlimleri arasında yüce Allah'a muhabbetin hakikati ve ne mânaya geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Aslında muhabbetin asıl mânası, kalbin kendisine hoş ve uygun gelen şeye meylet-mesidir.
Bil ki, Allahu Teâlâ'yı tanımanın (marifetin) bizzat kendisi yüce Allah'ı bir zikirdir; çünkü marifet, yüce Allah ile huzur halinde olmak ve O'na ait şeyleri müşahede etmektir.


Marifetin evvelinde, kalpte onun varlığına alâmet olan lavâih, tevali, levâmi' ve berk denen manevî pırıltılar, işaretler ve haller gözükür. Bunlar birbirine yakın mânalardaki kelimelerdir (Hepsi kalpte oluşan, manevî parıltı, ışık, hal ve zevk mânalarına gelir).
Kalbe gelen manevî hallerden ikisi de berk yani kalpte manevî pırıltıların çakması ve vecdin (manevî zevkin) tadılması halleridir. Berk ile vecd arasında şöyle bir fark vardır:

Berk. Tevhid yoluna girmek için kula bir izindir; bunu vecd takip eder; vecd devam ederse zevk olur.

Zevk: Kalpte oluşan manevî parıltının nurundan müşahede edilen şeylerden tat almak ve o tadı içine çekip içmektir.

Lahz: Bu tabir ile, Allahu Teâlâ'yı kalp ile görme hali anlatılır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah'a, O'nu görüyormuş gibi ibadet et "38
38 Beyhakî, Şuabü'l-îmân, nr. 10544; Ebû Nuaym, Hilye, X, 265; Ta-barani, el-Mu'cemü'l-kebir, XX, 374; Heysemî, ez-zevâid, II, 40.

Vakt: Bununla, kulun içinde bulunduğu vakitteki manevî halleri anlatılır. Kulun vakti, içinde bulunduğu durumdur.

Safa: Kalbin, onu bulandıracak şeylerden temiz olmasıdır.

Nefes: Kulun, üzerine gelen manevî halleri taşımada âciz kaldığı için rahatlatılmasıdır. Bu, ya kulun nefesini yükselterek olur ya da rahatlık istemesiyle veya içinde bulunduğu hale bir işaretle olur. Çünkü kul, yaşadığı sürece, nefesinin girip çıkarak rahatlatılması gereklidir. Nefesler kuvvetlendiği zaman, bu onu gark haline götürür.

Gark: Kulun, içine daldığı manevî hali bozmamak için nefesini tutması sonucu nefes almaya gücünün olmayışıdır. Bu durumda o, nefes almaz, aynı zamanda içinde bulunduğu halden de uzak kalmaz. Bu hali kuvvetlendiği zaman kul, gaybet haline girer.

Gaybet: Kulun en mühim işle (Cenâb-ı Hakk'ın müşahedesiyle) meşgul olarak diğer bütün önemli işlerden uzak kalmasıdır.

Sekr (manevî sarhoşluk): Kulun, manevî sevinç halinde kendinden geçip hiçbir şeye sahip olamamasıdır. Bu durumda kendisine ilâhî yardım yetişince onu sahv (manevî uyanıklık) haline geçirir; bu onun ilmini (marifetini) artırmak için yapılır; çünkü manen sarhoş kimse bu haliyle hakta terakki edemez (ilerleyemez). Kulun bu halden uyanması ancak Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla olur.
Yüce Hakk'ın tecellilerinde sarhoş olan kimse, O'nun sıfatlarına nazar eder; onlardan gelen feyiz ve nur ile zevklenip lezzet bulur.
Allahu Teâlâ ile sahv yani uyanıklık halini elde eden kul, nefsinden, nefsin lezzet ve hallerinden uzaklaşıp kurtulur. Kul, yüce Allah'ın ilahlık sıfatı olan kayvûmiyet yani bütün varlıklara hayat veren sıfatı gibi yüce zâtına ait tecellileri müşahede edince, bu onu yüce Mâbud'u-nun dışındaki bütün şeylerden fâni yapar (kalbini çekip alır), sonra onu fenasından da fâni eder, yani kalbini fena halini düşünmekten de uzaklaştırır.

Fena: Hissedilen maddî şeylerde fena hali, cisimlerin ve maddelerin dağılıp tamamen yok olmasıdır. Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, kendi başına değil, yüce Allah ile mevcuttur ve O'nunla varlığını devam ettirmektedir. Böyle bir varlığın vücudu, aslî değil, mecazidir. Varlığı kendinden olan ve kendisinden başka her şeyin varlığını devam ettiren yüce Allah'ın varlığı ise hakikidir, sabittir.
Kendisine mârifetullah ikram edilen bir kulun kalbinden yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıklar silinip yok olduğu için, ona da mecazi olarak "fena" ifadesi kullanılır. Çünkü bu haldeki kul, bütün varlığı Allah'ın kudretiyle birlikte müşahede eder; onlarda aslen bir kuvvet görmez. Onun gözünde varlıklar, yaptığı işte fazla bir etki ve yetkisi olmayan, başkasının sevk ve idaresi altında yaşayan bir çocuk gibi gözükür. Kul bu hal içinde manen desteklenir ve ilerlerse, "beka" haline ulaşır.
Kul sürekli yüce rabbi ile meşgul olduğundan, kalbinden O'dan başka hiç kimseye bir iltifat ve yöneliş kalmayınca, bu hale "Allahu Teâlâ ile beka hali" denir.
Vücûd ve beka, aynı mânadaki iki değişik kelimedir.
Bir şeyin hakikatini elde etmeye vücut, yani varlığın aslına ulaşma denir. Ele geçirilmek istenen şeylerin en yücesi "beka" halidir. Cem' yani bütün kalbi ve düşünceyi Hak'ta toplama makamı da böyle yüce ve kıymetlidir.
Büyük zâtlardan biri demiştir ki: "Cem1, Haktan gayri her şeyi gözden düşürmek yani kalpten silmek ve başka bir varlığa işareti kesmektir."
Bunun mânası şudur: Bu kul tamamen Allahu Te-âlâ'da fâni olduğundan Allahu Teâlâ zikredilince o da zikredilir; o görülünce ve anılınca da yüce Allah zikredilir.
Bütün hamdler, sadece Allah'a aittir.



ALLAH TEÂLÂ İLE ÜNS (ÖZEL MUHABBET)
Bil ki, ilâhî muhabbetin kazandırdığı şeylerden biri de ünstür (Allah ile özel yakınlık ve sevgi).
Ünsün aslı, Aliahu Teâlâ'nın yakınlığı, cemâli ve kemâlinden kendisine açılan şeylerden dolayı kalbin sevinç ve ferahlık içinde olmasıdır.
Ariflerden biri demiştir ki: "Allah'a yakınlığın aslı; kalpten eşya ile ilgili bütün sevgi ve ilginin yok olması ve iç âlemin Allahu Teâlâ'ya huşu içinde yönelmesidir."
Ben derim ki, bu durum, ilâhî yakınlığa ulaşmak için bir vesiledir; yakınlığın bizzat kendisi değildir; çünkü kurb (ilâhî yakınlık), kalbin Allahu Teâlâ'dan başka her şeyden temizlenmesidir. Kalp, Allahu Teâlâ'dan başka her şeyden temizlenince, yüce Mevlâ kul ile beraber olur; zira kul ile Rabbi arasında kulun nefsinden ve ona ait sıfatlardan başka hiçbir perde yoktur.
Kul nefsinden ve ona ait kötü sıfatlardan kurtulunca ve bütün âlemin Allahu Teâlâ'nın kudreti ile ayakta durduğunu bilince, bu sayede keşif yoluyla Allahu
111
Teâlâ'nın yakınlığını yakînen bilir; tek ve asıl iradenin ilâhî irade olduğunu anlar, her şeyin O'nun kudreti ile meydana çıktığını ve hayatını devam ettirdiğini görür. Bu kul ayrıca Allahu Teâlâ'nın zâtına ait sıfatların O'ndan hiç ayrılmadığını ve zâtı ile bulunduğunu bilir.
Böyle bir irfanı ve yakınlığı elde eden arif, konuştuğunda kendi nefsi ile konuşmaz; yüce Allah'tan gelen bir ilim ve ilhamla konuşur. Bir şeyi işittiği zaman kendi nefsi ile işitmez. Arif kulların bu hali bir kudsî hadiste zikredilmiştir.39 Ariflerin bütün halleri, Allahu Teâlâ'ya yakınlıktan ortaya çıkan yüksek hallerdir.
Ebrar diye anılan diğer salih kullara gelince, onların hallerinin kaynağı, yüce rabbin mutlak varlığı ve O'nun dilediğini vermemeye veya vermeye, dilediğini cennetlik, dilediğini cehennemlik yapmaya güç sahibi olmasıyla ilgili ilimlerini düşünmektir.
Arifler, yüce rablerini dünyada yakîn ve basîret gözüyle görürler (tecellilerini müşahede ederler); âhirette ise baş gözüyle görürler. Allahu Teâlâ her iki dünyada da onlara yakındır; O'nun kendilerine dünyadaki yakınlığı, âhiretteki yakınlığından farklı değildir; ancak âhiret-teki yakınlığında daha fazla lütuf ve ihsanları mevcuttur. Yoksa, burada da orada da aradaki yakınlık mesafesi kaldırılmıştır.
39 Meşhur kudsî hadis için bk. Buhârî, "Rikâk", 38; ibn Mâce, "Fiten", 16; Begavî, Şerhu's-Sünne, I, 142; Beyhaki, Kitabü'z-Zühd, nr. 696-700.                                         

Hiç şüphesiz dünyada da âhirette de Allah ile bir mahlûk arasında maddî bir yaklaşma ve bitişme söz konusu değildir.
Bu marifet, kalbin manevî kirlerden arınıp safiyetini elde etme şartıyla ünsü (Allah ile özel yakınlık ve muhabbeti) temin eder. Üns de sekîneti (kalp huzurunu) kazandırır.
Sekînet, kalbin taşkınlığını dengeleyen, onu güzel halinde sabit kılan ve ilâhî huzurdaki edebinde denge üzerinde tutan bir kuvvettir. Çünkü üns halinde yüce Allah'a yakınlığın lezzeti, bazan ariflerin aklını başından alır ve onlara biraz taşkınlık yolunu açar; zira âyette belirtildiği gibi40 insan, kendisini zengin görünce haddi aşar.

Huzur hali, kalbin dengesini elde ettikten sonra, tanıyıp gördüğü fazlaca ilâhî ihsanlardan dolayı bulduğu sevinç ve ferah halidir. Bu hal, ünsle birlikte bulunur; çünkü o bizzat hedefe alınacak bir şeydir. Sekînet ise bu hali elde etmeye bir vesile olup kulu edebe ve dengeye teşvik eder.

Muhabbetin sonuçlarından biri de; rahatlık ve naz halidir. Bunun sebebi şudur: Kulda üns (Allah ile özel yakınlık ve muhabbet) hali devam edip sağlam hale gel-
diğinde, nazarını kalbindeki güzel haline bağladığı için kalpte bir sarsılma endişesi kalmayınca, bu hal kulun sözlerinde, fiillerinde ve münacatında bir serbestlik meydana getirir. Bu durum, korkuyu gerektiren tazim ve yüceltme hallerine uygun değildir. İlâhî huzurda korku halinde olan kimseye uygun olmayan şeyler, özel muhabbet ve rahatlık içinde olan kimseye uygun olabilir.
Bunun sebebi şudur: Allahu Teâlâ'nın fiillerinde şöyle bir durumun olması caizdir. Yüce Allah, bazı kimselerin yaptıkları bir işten razı olur; aynı işi yapan başkalarına gazap eder. Bu onların hallerinin farklı oluşundan ve haklarında önceden takdir edilmiş bir hikmetten dolayı olur. Bunun için yüce Allah, seçkin mümin dostları hariç, başkasının kelamını işitmesini kıskanır, engel olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:
"Biz onların Kur 'an 7 anlamamaları için kalplerine perde çektik ve kulaklarına bir ağırlık ve sağırlık koyduk.
»41
Allahu Teâlâ bunun sırrını ve sebebini şöyle açıklamıştır:
"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onu [Kur'an'ı, hakkı) kendilerine işiîtirirdi."42
Bu perde, gayret perdesidir. Gayretin aslı, hak ile geçen vakti, hakka olan düşkünlükten dolayı, onu bozacak ve karıştıracak her şeyden korumaktır.
40 Bk. el-Alak 96/6-7.
41   el-lsrâ 17/46.
42   el-Enfâl 8/23.


Muhabbetin kazandırdığı hallerden biri de "şevk"tir. Şevk, ünsten daha faziletlidir; çünkü üns, kulun nazarını sevgilinin kendisine açılan güzelliğine bağlayıp kendisine gizlenen tarafına bakmamaktır.
Şevk sahibi ise, susuzluğunu denizlerin gideremediği susamış insana benzer. Şevk sahibi doyumsuzdur; çünkü o şunu bilir: Kendisine açılan ilâhî işler (keşfedilen tecelliler), kendisinden saklanan kısmın yanında, koca kâinatın yanında zerre gibidir. En yüce misaller Allah'a aittir. Biz meseleyi akla yaklaştırmak için bu misali verdik. Kulun bunu bilmesi, kalbinde devamlı bir endişe, heyecan ve manevî susuzluk (özlem) meydana getirir.
Heyecanın aslı, sabrı bırakarak bir an evvel istenen şeye ulaşmak için süratle hareket etmektir.
Özlemin aslı, kesin ihtiyaç duyulan bir şeyi şiddetli bir arzuyla ele geçirmek istemektir. Kim, şiddetli bir heyecan ve özlem çekerse, aradığını bulur.
Bir şeyi elde etmenin temel yolu, isteyen kimsenin kalbine hâkim olan iştiyaktır. Bu hali elde ettikten sonra, kulda şu haller gözükür:

Bu hal, şu âyet-i kerîmede anlatılmaktadır:
"Kadınlar Yûsuf'u gördüklerinde onu gözlerinde çok büyüttüler (güzelliğinin büyüsüne kapıldılar) ve bu şaşkınlık içinde farkında olmadan ellerini kestiler.43
43 Yûsuf 12/31.
Hayretin aslı, aniden karşılaştığı büyük bir iş ve olay karşısında kalbin şok olup hissetme kabiliyetini kaybetmesidir.

Kalbin şoku biraz sakinleşip sevgili ile buluşma sıkla-şınca, kalp sevgilinin güzelliğinden ve çekiciliğinden dolayı hayret ve şaşkınlığa düşer. Buna heymân (kara sevda), yakıcı aşk denir.
Kara sevdanın aslı; içine düştüğü aşkın hayret ve şaşkınlığından dolayı kalpte başka bir şeye yöneliş ve sevginin kalmaması ve içine düştüğü halin devamlı olmasıdır.

Kul, yüce Allah ile özel dostluk elde edip temkin (istikrar) halini bulunca, kalbe başka hiçbir şey girmez ve girmek için kapısını çalmaz. Buna temkin yani istikrar hali denir.
Şeyh Ebû Tâlib el-Mekkî (rah) demiştir ki: "Temkin, kalbin son derece istikrar halini bulduğuna bir işarettir."
Bu şöyle olmaktadır: Allahu Teâlâ'yı sevenler çeşitli haller yaşarlar. Bazan sevgi sevene üstün gelir, onu mağlup eder. Bazan seven sevgiye hâkim olur. Bazan değişik haller yaşar; bazan halinde sabit kadem olur. Bu durum kul temkin haline ulaşıp istikrar buluncaya kadar devam eder. Bu, bütün hallerde geçerli olan bir durumdur. Kul, tam istikrar halini bulunca, bulunduğu halden daha ilerisine yükseltilir. Böylece yükseltildiği yeni durum onun hali olur; önceki durumu ise sabit makamı olur.
En iyisini yüce Allah bilir.

Bil ki, bu halleri yaşayanların durumları farklıdır.
Eğer kul, sahip olduğu manevî halleri, halkın içinde buluyor fakat tek başına kaldığında koruyamıyorsa, o hakka yönelmiş bir kimsedir; ona halini muhasebe etmesi ve nefsinden sevginin gereklerini yerine getirmesini istemesi gerekir.
Şayet o halleri yalnızken koruyor fakat halkın içinde kaybediyorsa, o güzel bir haldir; ancak kemâl noktasına göre noksan bir durumdur. Çünkü kemâl (olgunluk) hali, kul için yalnızlık, halkın içi, ikamet, yolculuk, boş vakit ve meşguliyet gibi bütün anlarının eşit olması; her halde ilâhî sevgisini ve manevî hallerini korumasıdır.
Halktan ayrılıp bütünüyle kendi nefsine yönelmek terbiyenin başında şarttır, fakat terbiyede nihayete ulaşmış kimseler için şart değildir; onlar halkın içine girip herkese faydalı olabilirler.
Herkese vacip olan muhabbet; kalbin Allahu Te-âlâ'ya karşı, O'nun zâtı ve sıfatlarına imandan kaynaklanan meyli ve yönelişidir.
Kul, temel iman esaslarından cahil olursa, o derece ilâhî muhabbeti noksan olur. Bu durumda kul iki günah kazanır; biri cehaletinin, diğeri de imanın meyvesi olan ilâhî muhabbeti kaybetmesinin günahıdır.
117
imanın hakikati, kalbin Allahu Teâlâ ile huzur bulması ve O'nun varlığını gösteren delilleri ve eserleri müşahede etmesidir.
Allahu Teâlâ en iyisini bilir.
Allah'a dostluk konusunda bir şiirde şöyle denmiştir:
Allah ile dostluğu tembeller koruyamaz; Samimi olmayanlar O'na hiç ulaşamaz.
Allah'a dost olanlar özel seçilmişlerdir; Hepsi Allah için amele yönelmişlerdir.
Kime üns (Allah ile yakın dostluk) hali hâkim olursa, onun yalnızlık ve halktan uzaklaşmaktan başka bir arzusu kalmaz.
Vâsıtî (rah) demiştir ki: "Bütün kâinattan ve içindeki varlıklardan kalbini çekmeyen kimse, üns (Allah ile yakın dostluk) mahalline ulaşamaz."
Ebu'l-Hüseyin el Verrak da (rah) şöyle demiştir: "Allah ile dostluk, ancak O'nu tazimle (yüceltmekle) birlikte bulunur; çünkü sen kiminle yakın dost olsan, kalbinden ve gözünden onun büyüklüğü düşer; ancak Allahu Teâlâ böyle değildir. Senin yüce Allah'a yakınlığın arttıkça, kalbinde O'nun yüceliği ve heybeti de artar."
Kulun üns hali bazan Allah'ın taatında, zikrinde, kelamını okumada ve ilâhî yakınlık sebebi olan diğer hayırlarda kendini gösterir. Kula verilen bu kadar muhabbet, Allahu Teâlâ'dan bir nimet ve ihsandır; fakat bu, Allah'ı sevenlerde bulunan üns hali değildir.
118
Üns/Allah ile özel dostluk, çok şerefli bir haldir; o ancak kulun gerçek zühdü ele geçirmesi, kâmil takvaya ulaşması, kalpten Allah'tan başka sebep ve alâkaları kesip atması, boş düşünce ve vesvese türü şeyleri yok etmesiyle hâsıl olan iç temizliğinde ele geçecek bir saadettir.
Bana göre ünsün hakikati, azamet nurlarının yoğun tecellisi ile kulun varlığının bütün perdelerden temizlenmesi, ruhun manevî fetih meydanlarında rahatça dolaşması ve kula istiklalinin (serbestçe hareket yetkisinin) verilmesidir. Bu hal, bütün yakınlık hallerini içerir ve o, ilâhî heybet karışında kalbi toplar, serbestlikten ve mâ-sivaya yönelmekten kurtarır. Heybet halinde ruh toplanır, tek hedefe yönelir. Bu anlatılan durum, yüce zâtın yakınlığı ile elde edilen ünstür.
Yüce zâtın heybeti, fena halini geçtikten sonra elde edilen beka makamında olur. Bunlar, fenanın varlığında ortadan kalkan üns ve heybetten ayrı şeylerdir.
Fenadan önceki bulunan heybet ve üns hali, Allah'ın celâl ve cemâl sıfatlarını müşahededen ortaya çıkar. Bu ise telvin (değişik haller) içinde seyir makamıdır. Bizim, fenadan sonra temkin ve beka makamında zikrettiğimiz şeyler ise, yüce zâtı müşahededen elde edilmektedir.
Mutmain (huzura ermiş) nefsin hududu (hakka boyun eğişi) ünsten; huşûsu ise heybetten ileri gelir. Hudû ve huşu, birbirine yakın mânalar içiren kelimelerdir; aralarındaki gizli ve ince fark, ruhun işareti ile anlaşılır.
Allahu Teâlâ en iyisini bilir.


HAYÂ-MURAKABE-İHSAN
Bil ki, haya (Allah'tan utanma) mukarrebînin (Allah'a yakın velîlerin) makamlarının ilkidir. Aynı şekilde tövbe de muttakilerin makamlarının ilkidir.
Kulu hayâlı olmaya sevk eden, Allahu Teâlâ'nın her an kendisini gördüğünü bilmesidir. Bu vaciptir, çünkü Allahu Teâlâ'nın kulun her halini gördüğünü bilmesi, Allah'a imanın bir parçasıdır.
Kulun, nefisinin ayıplarını tanıması, onun Yüce Rab-binin hakkını korumadaki kusurlarını bilmesi de vaciptir. Bu da Allah'a imanın bir gereğidir. İşte bu iki bilgi ve marifetten güzel bir hal ortaya çıkar, ona haya denir.
Haya, kalbin yüce Allah'ın hakkını yerine getirmedeki kusurunu gördüğünde yaptığı gibi, Allahu Teâlâ'dan utanarak, her halde boyun büküp önüne bakmasıdır.
Hayanın herkese gerekli kısmı, terkedilmesi istenen haramları terketmek ve yapılması istenen şeyleri yerine getirmektir.

Bunlar, aynı mânaya gelen iki kelimedir.
Murakabenin evvelinde elde edilecek sonuç, kalbe gelen düşünceleri kontrol etmek, onların içinde karışık olanları keşfedip ayırmak, Allahu Teâlâ'nın her an bizi gördüğünü düşünerek O'na karşı edepli olmak ve herkesten istenen şekliyle hayâlı olmaktır. Herkesten istenen haya hali, Hz. Peygamberin (s.a.v) şu hadisinde emrettiği durumdur. Resûlullah (s.a.v), ashâb-ı kirama (r.anhüm),
"Allah'tan hakkı ile haya edinil buyurdular: Ashap,
"Ey Allah'ın resulü, biz Allah'tan haya ediyoruz" dediler. O zaman Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Benim bahsettiğim haya, sizin dediğiniz değildir. Benim kastettiğim şudur: Kim Allah'tan gerçek mânada haya ederse, başını ve başını çevreleyen azalarını, midesini ve midesinin etrafındaki bölgeleri (avret mahallini) haramdan korusun, ölümü ve çürümeyi düşünsün. Kim, âhireti isterse, dünyanın süsünü terkeder. Kim bunları yaparsa, Allah'tan gerçek mânada haya etmiş olur.44
Bu haya, manevî makamlardandır.
Haller içindeki özel hayaya gelince bu, Hz. Osman'dan (r.a) nakledilen şu sözdeki haya çeşididir. O demiştir ki:
44 Tirmizî, "Kıyâme", 24; Müsned, I, 387; Hâkim, el-Möstedrek, IV, 323; Taberânî, e\-Mu'cemü'l-Kebîr, II, 246.
"Ben, karanlık bir evde yıkanırken Allahu Teâlâ'dan haya ettiğim için belimi büker iki büklüm olurum."
Ahmed b. Salih'in naklettiğine göre Muhammed b Abdûn şöyle demiştir:
Ebü'l-Abbas el-Müezzin'in şöyle dediğini işittim: Serî es-Sakatî bana dedi ki: "Sana söyleyeceğim şu sözleri iyi ezberle: Haya ve üns kalpleri dolaşır; içinde zühd (dünyadan sevgiyi çekme) ve vera' (şüpheli şeylerden çekinme) duygusu buldukları kalbe inerler; yoksa çekip giderler."
Haya; ruhun Allah'ın celâlini yüceltmek için başını eğip ilâhî huzurda edebe bürünmesidir.
Üns, Allah'ın cemâlinin sonsuz güzelliğini müşahede ile ruhun manevî zevke ermesidir, ikisi birleştiği zaman, işte istenecek ve peşine düşülecek en büyük hedef budur.
Hikmet ehlinden biri demiştir ki: "Kim haya hakkında konuşur da kendisi konuştuğu hususlarda yüce Allah'tan haya etmezse, o, istidrâca düşmüş (hâli ile alda-nıp azaba doğru giden) biridir."
Zünnun el-Mısrî (rah) şöyle demiştir: "Haya, Allahu Teâlâ'ya karşı geçmişteki kusurlarından utanarak kalpte O'na karşı heybetin bulunmasıdır."
İbn Atâ demiştir ki: "En büyük ilim heybet (Allah'ın yüceliği karşısında kalbin titremesi) ve hayadır; bunlar kuldan gidince, onda hiçbir hayır yoktur."
Ebû Süleyman ed-Dârânî emiştir ki: "İbadet edenler, dört hal üzere ibadet ederler. Bunlar havf (ilâhî korku),
122
recâ (ümit), tazim (Allah'ı yüceltme) ve hayadır. Bunlar içinde derecesi en şerefli olan kimse, haya üzere ibadet edendir. Çünkü o, Allahu Teâlâ'nın her halde kendisini gördüğünü yakînen bilerek hareket etmektedir. Öyle ki, bu kimse, günah işleyenlerin kusurlarından dolayı utanmalarından daha fazla, yaptığı iyiliklerinden utanır."
Velîlerden biri demiştir ki: "Haya sahiplerinin kalplerine hâkim olan, Allahu Teâlâ'nın kendilerine nazar ettiğini düşünerek devamlı O'nu yüceltme ve tazim halidir."
Şeyh Ebu'n-Necib es-Sühreverdî (rah) şu şiiri okumuştur:
İştiyak duyarım ona; bana görününce de; Eğerim hep başımı o dostun celâlinden.
Bu korkudan değildir, aksine heybettedir; Bir de korunduğumdan o güzel cemâlinden.
Benden ayrılışına dayanamam ölürüm; Yeni hayat bulurum o dostun gelişinden.
Büyük bir sabır ile gözümü çekerim ondan; Ama simasını hiç çıkarmam hayalimden.

Murakabe, iki derecede gerçekleşir. Birisi sıddıkların (seçkin hak dostlarının) murakabesi, diğeri de ashâbü'l-yemînin (iman dairesine giren diğer müminlerin) murakabesidir.

Birinci derecedeki murakabe, sıddıklar içinden mu-karrebun makamına ulaşmış ariflerin murakabesidir. Bu, Allah'ın yüceliğini ve ululuğunu murakabe etmektir. Bu murakabede kalp, tamamen Allahu Teâlâ'nın celâlini (yüceliğini) düşünmekle meşgul olur, ilâhî heybet altında tam bir hiçliğe bürünür, kalpte Allah'tan başka kimseye bir yönelme imkanı ve alanı kalmaz. Bu murakabenin sevabını açıklamaya güç yetmez; çünkü o, sadece kalbe bağlı bir durumdur.
Bu murakabe içinde, azaların durumuna gelince; vücut azaları görülen şeyler bir yana, görünmeyen her şeyden kesilerek tamamen yüce Allah'a münâcâta (zikir ve yalvarışa) yönelir. Vücut azaları bir taate başladığı zaman, hiç zorlanmaz; defalarca onu yapmış gibi kolayca yapar; onların doğru yoldan sapmasını önlemek için herhangi bir tedbire ve sebebe ihtiyaç yoktur.
İkinci murakabe çeşidine gelince, o; müminler içindeki vera' (takva) sahiplerinin murakabesidir. Onlar öyle kimselerdir ki, Allahu Teâlâ'nın her an kendilerini gördüğü inancı, içlerine ve dışlarına hâkim olmuştur. Onların Allah'ın celâlini (yüceliğini) ve ululuğunu düşünmeleri, kendilerini dehşete düşürmez; bilakis kalpleri içinde bulunduğu halleri ve amelleri kontrol edecek bir halde dengesini muhafaza eder. Ancak kalpleri, amelleri rahatça uygulamakla birlikte, murakabeden (hâlini kontrolden) uzak kalmaz.
Evet, bu kimselere Allahu Teâlâ'dan haya (utanma hali) hâkim olmuştur; artık onlar, bir işe ancak onu araştırdıktan sonra adım atarlar ve kıyamet günü kendilerini
124
125
rezil edecek şeylerden şiddetle kaçınırlar. Onlar, Allahu Teâiâ'nın dünyada kendilerine nazar ettiğini ve her şeylerini gördüğünü yakînen bilirler. Artık onların, bu gerçe-| ği anlamak için kıyameti beklemeye ihtiyaçları yoktur.! Onlar, müşahedeleri ile iki âlemin birbirinden çok farklı > olduğunu anlarlar.                                                           ,|
Allah en iyisini bilir


KURB (ALLAH'A YAKINLIK)
Allahu Teâlâ, peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Secde et de rabbine yaklaş.1*5
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kulun rabbine en yakın olduğu an, secdede olduğu zamandır.^5
Secde eden kimse, kendisine secdelerin tadı tattırıl-dığı zaman Allah'a yakın olur; çünkü bu durumda kul, secdesiyle, kâinatta var olmuş ve olacak bütün varlıkları kalbinden silerek, yüce Allah'ın azameti önünde secde etmektedir.
Bir tanesi şöyle demiştir: "İlahi huzurda durduğumda, 'Yâ Allah, yâ rabbi! şeklinde hitap etmek bana dağlardan daha ağır geliyor." Kendisine, "Niçin?" diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Çağırmak, perde arkasından
45   el-Alak 96/19.
46   Müslim, "Salât", 215; Ebû Dâvûd, "Salât", 147-148; Nesâî, "Tat-bîk", 78.......                                                                              126
ve huzurda olmayana yapılır. Sen hiç, aynı mecliste olanların birbirini çağırdığını gördün mü?"
Gerçekten bunlar, birtakım manevî işaretler, güzel düşünceler ve ince mânalardır. Bu zâtın anlattığı, içinde ilâhî yakınlığın elde edildiği şerefli bir makamdır. Fakat onun ifadesi, mahviyet halini gösteriyor ve manevî sarhoşluğu haber veriyor.
Bu hal, manevî sarhoşluğun kendisine hâkim olması ve mahviyet halinin kuvvetinden dolayı, nefsi, ruhunun nuru içinde kaybolmuş kimsede olur. Bu halden uyanıp kendine geldiği zaman, ruh nefisten, nefis de ruhtan ayrılıp kurtulur; her biri kendi mahal ve makamına döner. İşte o zaman kul, devamlı ihtiyaç hali içinde yalvaran ve kulluk içinde olan mutmain nefsin diliyle, "Yâ Allah, yâ rabbi!" der.
Bu makamda ruh, söz etmekten uzak olgun haliyle manevî fetihleri müşahede ile meşgul olur. Bu kimse, birinciden daha kamil ve hakka daha yakındır; çünkü o, ruhunun manevî fetihler içinde tek başına olmasıyla kurbiyet makamının hakkını tam olarak korumuştur. Ayrıca o, nefsinin fakirliğini anlayıp hakka yönelme mahalline dönmesi ve ilâhî yakınlıktan aldığı feyiz sayesinde güzel kulluk vazifelerini yerine getirmiştir. Kul, nefsi ile güzel kulluk yaparken, ruhunun elde ettiği manevî haller de sürekli artmıştır.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s) der ki: "Allahu Teâlâ, kullarının kalbine, onların kendisine yakın olduğu ölçüde yakın olur; öyleyse kalbinin neye yakın olduğuna bak!"

Ebû Ya'kûb es-Sûsî ise şöyle der: "Kul, Allahu Te-âlâ'ya yaklaşma halinde olduğu sürece, bu yaklaşmasında, yaklaştığını görmesinden kaybolmayınca, gerçekten yakın olmuş olmaz. Allah'a yaklaştığını görme halinden kurtulunca, o zaman asıl yakınlık gerçekleşir."
Bir tanesi bu mânada şunları söylemiştir:
Seni sırrımda bulunca, seslendi lisanım sana; Bir mâna için toplandık, ayrıldık aynı mânada.
Eğer yüceliğin seni saklasa benim gözümden; Aşkın bana yakın eder; seni ayırmam gönlümden.
Zünnûn el-Mısrî (rah) demiştir ki: "Allahu Teâlâ'ya yakınlığı artan herkesin gönlünde O'nun heybeti de artar."
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (rah), "Kurbiyet (Allah'a yakınlık) makamlarının en aşağısı haya (yüce Allah'tan utanmadır)" demiştir.
Nasrâbâdî (rah) der ki: "Sünnete uyarak marifete, farzları eda ederek Allah'a yakılığa, nafileleri yerine getirerek de Allah'ın muhabbetine ulaşılır."
Bütün hamdler sadece Allah'a aittir.

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

En Çok Okunan Yazılar